Türkiye 2002’den bu tarafa tek parti ile yönetiliyor. Türkiye çeyrek asrı, bu parti ve iktidarının yapıp eyledikleriyle geçirdi. Dolayısı ile İçinde ile İçinde olumsuzlukların esas sorumlusu AKP iktidarları ve ona destek veren ortaklarıdır.
AKP iktidarlarıyla birlikte Türkiye yoğun bir sosyolojik dönüşüme girdi. Köyden kente göç hızlandı. Köy-kent ilişkisi bağlamında gelişen kültürel değişim ve bunun sonda ortaya çıkan ağır yozlaşma bunalımı, ekonominin, eşitsizliği, yeni kentleşen nüfusa yüklemesiyle birlikte tam bir kültür kırımına dönüştü.
Milli kültür bunalımı doğdu.
Ahlak yozlaştı.
İffet, namus, şeref gibi altın kıymetinde olan değerler ayağa düşürüldü. Sorunu çözmesi gereken eğitim sistemi, toplumsal sorunlara değil, iktidarın siyasetine uygun ideolojik kitle yetiştirmeye yöneldi. Halbuki, köyden kente yoğunlaşan göçlere paralel olarak, milli kültürü korumak gerekiyordu. Milli değerleri eğitim yoluyla genç kuşaklara aktarmak, kentin karmaşık kültürü içinde Anadolu’nun köyden getirdiği kültürü kendine benzetmesine en az hasarla karşı koymak icap ediyordu.
Bunu kim yapacaktı?
Siyasi iktidar.
Nasıl?
Sosyal değişime paralel eğitim ve kültür politikasıyla.
Kültür denilen olgu sadece gelenek ve göreneklerden ibaret değildir. İçine almadığı hiçbir gelişme yoktur. Kısaca tanımlarsak kültür, doğal olanın dışında insanoğlunun ortaya koyduğu maddi-manevi her şeydir. Küfür bile kültürdür. Her kültürün küfür etme biçimi bunun için farklıdır. Bilim, sanat, edebiyat, spor… say sayabildiğin kadar. Doğal olanın dışında kalan her şey kültürdür.
Meselâ, Allah’ın sözleri olan ayetlerin dışında kalan dinin ürettiği her bilgi ve birikim insan aklından çıktığı için kültürdür. Fıkıh aklın ürünüdür. Kültürdür. Kanunnameler, fetvalar kültürdür. Bu anlamda kültürle ilişkisi olmayan hiçbir sosyal olgu yoktur denilebilir. Buradan da anlaşılacağı gibi, dinler kültürden bağımsız saf, arı duru bir inanç sistemi değildir.
Bir zamanlar bir sempozyumda “dinin kültürleşmesi, kültürün dinleşmesi” başlığında bir bildiri sunmak istemiştim. İlgi sempozyumun düzenleme kurulu (profesörler) “bu nasıl konu. Ne diyor yaa”, demiş reddetmişlerdi.
Güldüm.
Konu, tam olarak sosyal antropolojinin konusuydu. Bilimseldi yani.
Eğitim bilimciler, eğitimi tanımlarken “kasıtlı kültürleme” diye tanımlar. Evet öyledir. İnsan kültürel bir varlıktır. Salt biyolojisine bakıldığından organları, kan dolaşımı ve biyolojik donanımıyla, hiçbir şeydir. Biyoloji organsal yapıdır. Esas olan insanlıktır ve insanlık denilen şey kültürdür.
İnsan denilen organlar düzenin beynine tıpkı bilgisayara yüklediğimiz gibi aileden (en yakın sosyal çevreden) başlayarak yüzlerce yazılım yükleriz (öğretiriz). Hangi dili öğrenirse o dil ile konuşur. Hangi dini bilgiyi (yazılımı) yüklemişseniz o din bağlamında akıl yürütür ve ona göre konuşur. Eğitimle bu yüklemeler devam eder.
İnsanın iki kişiliği (şahsiyeti) vardır. Biri, psikolojik kişiliği, diğeri sosyal kişiliği. Sosyal şahsiyeti onun toplumsal kimliğini oluşturur. Ve tamamıyla kültürle ilgilidir. Türk kimliği, Türk Kültüründen bağımsız oluşmaz. Bebeklikten başlayarak aile içinde milli kültürü edinir ve Türk olarak varlık gösteririz. Okul bunu destekler.
Ziya Gökalp işte bunun için kültürün içinde öze (harsa) ayrı bir başlık açarak vurgu yapmıştır. Çünkü Gökalp, bizim ilk sosyoloğumuz olmanın yanında ilk antropoloğumuzdur.
Kültürler durağan değildir. Değişir.
Nasıl değişir?
Gelişerek, etkileşerek, bir başka kültürden esinlenerek sürekli gelişir ve değişir. Bu sebeple ketler, bir çeşit kültür karmaşasının en yoğun yaşandığı yerlerdir. Salt yerli ve öz kültür çevresinden oluşmaz. Sanat, edebiyat, sinema, bilim vb. tüm gelişmeler kentlerde doğar. Oradan yayılır. Bu sebeple kentler aynı zamanda kültürel değişimin laboratuvarıdır.
Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye’nin yüzde 80’i köylerde yaşıyordu. Çoğunda okul yoktu. Anadolu, bakirdi ve kendi özünü yaşıyordu.
Sonra bütün gelişmiş toplumlarda olduğu gibi, eğitim, sanayi, emeğin teknik ve sanayiye yönelmesi gibi çeşitli nedenlerle nüfus köyden kente doğru akmağa başladı. Bu yavaş ve doğal akışında bir değişimdi. Kentlere göçen insanlar, köyden getirdiklerinde şehirlerle uyumlaştırarak (entegre ederek) büyük yozlaşmalara neden olmadan ve aynı zamanda kent kültürünü de milli kültürle doldurarak gelişiyordu. Ancak, AKP iktidarlarıyla birlikte, tarımın dışlanması, inşaat sektörünün kentleşmeyi teşvik eden kapitalizme yönelen tavrıyla, köyler boşalmağa başladı. Ketler, içine akan bu çok büyük kitleleri, yavaş yavaş kendisiyle uyumlu yapacakken, tam tersi oldu. Üstüne bir de ekonominin getirdiği derin yoksullaşma, bağlı olarak gelir dağılımındaki gittikçe derinleşen uçurumlara ek olarak, eğitilmiş nüfusun işsiz kalması, ekonominin iş ve istihdam üretememesi gibi sebepler de eklenince, toplumsal yozlaşma sosyal krizlere dönüştü.
Ne yazık ki toplumsal yapıda büyük çatlaklar ve kırıklar var. Ve yine ne yazık ki bu durumu yeterince önemseyen politika üreticileri yok. İlaveten üniversiteler suskun. Toplum hasta, kültür kriz geçiriyor sosyoloji ve diğer tüm sosyal bilimler susuyor.
İktidar ise Türkiye’yi hukuk krizlerine sokuyor, yetmiyor siyasi krizler yaratarak oyalıyor. Devlet kurumları ve bürokrasi olan biteni seyrediyor. Halk rüya aleminde.