Osmanlı Sarayında içki ve padişahlar

Osmanlı Sarayında içki ve padişahlar

Cemaat ve tarikatların zehirlediği Türk toplumu
yıllardır aynı şeyi tartışır,
Cumhuriyet’in kurucusu ve vatanın kurtarıcılarına
kılabildiği her namaz için şükretmesi gereken dindar kesim
toplumu kurucu iradeden uzaklaştırabilmek için
“Ayyaşlar” yakıştırmasını kullanır.
İslam adı altında Araplaşan ve Türklüğe düşman olan bu çevreler,
başta Türklüğüyle övünen Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere
kurucu iradeyi “öcü” ve “dinsiz” göstermek için elinden geleni yapar.
Bunun başlıca sebebi tabii ki de Arap seviciliği ve Türk düşmanlığı.
Cumhuriyet’e lanet edip Osmanlıyı ve
Halifeliği
övenler ancak bir şeyi ya bilmez ya da bilmezden gelir.
Adeta bir kutsaliyet atadıkları ve yere göğe sığdıramadıkları
Halifeler de içki sofrasına oturan, alemi çalgıyı hoş gören insanlardı.
Osmanlı Devleti’nde Müslümanların içki üretmesi, tüketmesi ve
alım-satımını yapması yasak kapsamındaydı.
Öte yandan Osmanlı Devleti sınırları içerisinde
gayrimüslimlerin içki üretimini, nakliyesini ve ticaretini yapmalarına
izin verilmiş fakat belli şartlara bağlanmıştı.
Osmanlı padişahlarının içkiyle ilişkileri ise hep inişli çıkışlı oldu.
İçki yasağı bazen şiddetle uygulandı, bazen de görmezden gelindi.
Bu uygulamalarda, padişahların kişisel yaşamlarının etkisi vardı.
Paul Wittek, Osmanlı sarayına şarap içme alışkanlığını
Yıldırım’ın eşi Sırp Prensesi Olivera’nın getirdiğini söylemektedir.
Buna karşın Halil İnalcık içkiye karşı ilk tepkinin
Yıldırım Bayezid tarafından verildiğini söyler.
Tarihçi Murat Barakçı ise
“Osmanlı Devleti'nin çöküşüne sebep olan dertlerin başında, içki gelir.” der.
Dördüncü Murad'ın kendisi hem içki içer hem de bazen afyon kullanırdı.
Dördüncü Murad’ın rakı tutkunu olduğu bilinirdi.
Fakat bunların kamuda kullanılmasına asla izin vermez ve
yasağa uymayanları son derece feci şekilde cezalandırırdı.
İkinci Abdülhamid veliahtken bazı içkileri ölçülü bir şekilde içerdi,
hatta kardeşi Vahdettin'e de ikram ederdi.
Ancak daha sonra alkolü bıraktığı biliniyor.
Hatta tarihçi İlber Ortaylı, katıldığı bir televizyon programında
Abdülhamid’in esrar içtiğini de belirtmişti.
İkinci Abdülhamid’in anılarına göre;
kardeşi padişah beşinci Murad’ı içkiye alıştıran,
geceleri sık sık buluştuğu şair Namık Kemal’di.
Fatih Sultan Mehmed’in bazı zamanlarda içki içtiği biliniyor.
Padişahlar arasında içkiye en düşkün isim İkinci Selim’di.
Lakabı "Sarhoş" idi.

Öyle ki Son Halife Abdülmecid Efendi
1920'li senelerde kaleme aldığı yayınlanmamış risalesinde şöyle yazar:
“Kanunî Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahın yegâne hatası,
âkıl evlâdı Şehzade Mustafa'yı feda ederek devletin idaresini
İkinci Selim gibi bir sefih bir serhoşa bırakması idi ki,
yükselmenin sona ermesi işte böyle başlar.
İkinci Selim, Kıbrıs şarabı ile serhoş olan ve
hiçbir işe yaramayan başını eski sarayda
hamam mermerlerine çarparak parçalamış ve
bu suretle lâyık olduğu manevî cezayı görerek vücudunu dünyadan kaldırmıştı.”

İlginçtir, İkinci Selim içkiye düşkün olmasına rağmen,
beş vakit namazını da kaçırmazdı.
Sultan Birinci Beyazıt, bir gün
Bursa’da kendi adına yaptırdığı caminin çalışmalarını takip ederken,
derin bir din bilgisine sahip damadı Emir Seyyid’e camiyi nasıl bulduğunu,
bir eksiklik görüp görmediğini sormuş.
Emir Seyyid ‘Binanın güzellik ve ihtişamına söylenecek söz yok.
Ancak bir şeyi eksik.
Bana öyle geliyor ki, bu caminin dört köşesine birer meyhane yapmak lazım;
padişahımızın sık sık sofra arkadaşlarıyla buraya gelmesini sağlar.’

diyerek cevap vermiş Beyazıt’ın içkiye düşkünlüğüne laf söylemiştir.
Abdülmecid Efendi dedesi Sultan İkinci Mahmud’un da
içkiye müptela olduğunu yazmıştı.
Tahta devletin en buhranlı zamanlarında çıkan Sultan Abdülmecid de
içkiye müptela oldu ve bu yüzden vefat etti.
Tarihçi Necdet Sakaoğlu’na göre, Abdülmecid içki bağımlısıydı;
bazı geceler körkütük sarhoş durumda mabeyinciler tarafından
arabasına konulup saraya götürülürdü.
Osmanzade Taib Ahmed’in (1660-1724) yazdığı
"Telhisü Mehasini’l-adab" adlı esere göre,
Osmanlı’nın ilk sultanları ağızlarına içki koymamışlardı.
Kanuni Sultan Süleyman’ın, ilk zamanlarında musiki dinlerken içki içmişliği vardı.
Ancak daha sonra içkiyi yasakladı.
Taib Ahmed’e göre, "Fatih Sultan Mehmed Han ve
Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve
vezirleriyle arada sırada iyşü nuş (içki álemi) ederlerdi.
Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’yı işret (içki) sırasında katletmişti."
Üçüncü Selim
’in içki yasağı ile ilgili uyguladığı tedbirlerdeki
esas gaye asayiş ve nizamı sağlama kaygısıydı.
Aynı kaygı İkinci Mahmud içinde geçerliydi
Lale Devri (1718-1730) ise içkinin serbest bırakıldığı ve
meyhanelerin rahat bir dönem yaşadığı zaman olmuştur.
Sultan Abdülhamid’in içki içip içmediği konusundaki tartışmalar da
bugüne kadar rivayetlere dayanmaktaydı.
Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu
konuyla ilgili bir liste paylaştı.
Abdülhamid dönemine ait olduğu söylenen belgede
“Valide Sultan Tarafından Satın Alınması İstenen Yiyecekler ve İçecekler”
başlığı altında Yıldız Sarayı’na sipariş edilen içkilerin listesi yer alıyordu.
Belgenin gerçek olmadığı,
belgenin altında imza veya mühür olmadığı,
hangi Valide Sultan adına sipariş edildiğinin belli olmadığı gibi gerekçelerle
Yusuf Halaçoğlu adeta linçe uğradı.
Daha sonra ise tarihçi Ümit Doğan,
Hazine-i Hassa-i Şahane Matbah-ı Amire,

yani saray mutfağının defteri diyebileceğimiz bir belge ortaya çıkardı.
Bu belge Osmanlı Arşivi Yıldız Evrakında
“Saray’a Alınan İçkilerin Kayıt Defteri” başlığı altında ve
26826 numarada kayıtlıydı.
İlk defa ortaya çıkarılan defter, Yıldız Sarayı’na
Moët & Chandon Şampanya,
Johannesburg Şarabı,
Maraschino Şarabı,
Medok (Bordeaux) Şarabı,
Marsala Şarabı ve
Vermut Şarabı
gibi dünyaca ünlü içkilerin girdiğini,
bu içkilerle ziyafetler verildiğini ispat etmektedir.
Tanzimat döneminden sonra devletin bazen açtığı
bazen kapattığı meyhaneler ve benzeri eğlence mekanları
büyük bir özgürlüğe kavuşmuştur.
Nitekim meyhaneler İstanbul’da ciddi manada çoğalmıştı.
Tanzimat ve Islahat Ferman’larının ilân edilmesinden sonra
meyhanelerin tamamen kapatılması gibi durumlar
ortadan kalktığı gibi yürürlüğe konulan nizamnamelerle birlikte
meyhanelerin nerelere açılacağı gibi hususlar büyük ölçüde belirtmiştir.
Bu nizamnameye göre; açılacak meyhanelerin
cami, tekke ve medrese gibi dini mekânların olduğu bölgelerle
arasındaki mesafe yüz arşından fazla ise açılmasına izin verilecekti.
İkinci Abdülhamid döneminde içki, bir takım aile olaylarına da sebebiyet veriyordu.
Konu ile ilgili geniş bir araştırma yapan yazar Roger A. Deal’in
İkinci Abdülhamit Dönemi’ne ait çalışmasında
buna dair örneklere rastlamak mümkündür.
Örnek olarak, eve sarhoş vaziyette gelen Ahmet Sezai Efendi
kayınvalidesi ile tartışmış ve onu tabancayla yaralamıştır.
Olay gerçekleştikten birkaç gün sonra polise intikal etmiştir.
Alkolün kamu çalışanları üzerindeki etkisi de azımsanmayacak derecede çoktur.
Orduda, bahriyede, askeri okullarda, emniyet teşkilatında ve
çoğu karakollarda
içki yüzünden olaylar meydana gelmiş ve
bunlar adli işlemler ile neticelenmiştir.
Kimi memurlar görevi başındayken olaylara karışmış,
kimileri göreve alkollü bir şekilde gelmiş,
kimileri de içki içtikten sonra sarhoşluğun da etkisiyle yüz kızartıcı suçlar işlemiştir.
Şimdi dönüp sormak lazım Osmanlı hayranlarına
“Din elden gidiyor” diyenlere,
623 yıl hüküm sürmüş Osmanlı Devleti’nde
padişahların büyük çoğunluğu alkol kullanmış da din elden gitmiş mi?
Atatürk’e “Ayyaş” diyerek dil uzatanlar
utanıp yere göğe sığdıramadıkları padişahlara dönüp bakar mı?
Gel gelelim büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’e…
Atatürk'ün sekreteri Hasan Ziya Soyak hatıratında der ki;
“Günde 10-15 kahve, çok fazla sigara içerdi.
3 pakete yakın.
Gündüz hiç içki içmezdi.
Geceleyin yemekle beraber içerdi,
ama hiçbir zaman kontrolü kaybedecek kadar içmezdi.
Az içerdi.”

Soyak, bir gün Atatürk'e diyor ki,
'Keşke şu içkiyi içmeseniz.'
Atatürk'ün cevabı çok ilginç:
'Ne yapayım ki içkimi içmeye mecburum.
Kafam çok, ama beni mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor.
Vakit vakit onu uyuşturup dinlendirme ihtiyacı duyuyorum.'

İçkiyi zihnini dinlendiren bir ilaç olarak görüyor.
Biz, Atatürk'ün insani boyutunu anlamıyoruz.
Sabiha Gökçen, Atatürk’ün içki sofraları için şu ifadeleri kullanmıştı:
“Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşanın sofrası asla bir işret alemi yeri,
bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri değildi.
Dünya ve yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve
uygar Türk ulusunun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra.”

Atatürk'e en çok bu sofralar aracılığıyla iftira atıldı.
'İçki sofralarında gününü gün etti' diye zehirlendi binlerce genç Türk'ün kafası.
Peki işin aslı neydi? Ne yapılır, ne içilir, neler konuşulurdu bu sofralarda?
Yemek masasının bir kenarında kara tahta dururdu.
Yemeğe katılanlar düşüncelerini bu kara tahtanın önünde
tebeşirle bir şeyler çizerek ve yazarak anlatırlardı.
Ayrıca her tabağın yanına bir not defteriyle kalem konurdu.
Atatürk’ün sofrası sadece Çankaya’da kurulmazdı.
Dolmabahçe Sarayı’nda, Yalova’daki köşkte ve
Florya Deniz Köşkü’nde
de kurulan sofralar dillere destandı.
Bu sofraların ana fikrini ünlü yazar Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemişti:
“Bu, bir içki ve cümbüş sofrası değildi.
Dostları hatta düşmanlarıyla sohbet ve tartışma meclisiydi.
Savaş ve devrim günlerinde meseleler konuşulduğu sırada
hiç içmez veya pek az içerdi.
Eski Osmanlı deyimiyle pek edepliydi.”

Akşam sofrası başlı başına bir olaydı.
Bu masada her akşam düşünürler, yazarlar, sanatkârlar,
bilim insanları, siyasetçiler, diplomatlar, yakın dostları yer alırdı.
Bir de bu sofranın değişmeyen demirbaşları vardı:
Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Hasan Cemil Çambel,
Yunus Nadi, Hazım Onat, Necmi Dilmen, Hamdullah Suphi Tanrıöver,
Dr. Reşit Galip, İbrahim Grantay, Salih Bozok,
Şükrü Kaya, Kılıç Ali
bunlardan bazılarıydı.
Atatürk’ün akşam düzenlediği ve dostlarıyla birlikte yediği yemeklerde
genelde sebze ağırlıklı yemekler bulunur,
ara sıra et ve tavuk türü menüler sofraya ilave edilirdi.
Atatürk’ün yemek seçiminde de hassas davranır,
kurtuluş savaşından çıkmış yoksul bir milletin
mensubu olduğu bilincini asla göz ardı etmezdi.
Saray sofralarının aksine halkının güç bela karnını doyurduğu,
evlerinde etleri Kurban Bayramından bayramına gördüğünü hiç unutmamış,
milletinin yiyemediği et yemeklerini kendi sofrasında bulundurmamıştır.

Mustafa Kemal içkiyi sevdiğini, fakat içki müptelası olmadığını özellikle ifade etmiştir.
Ruşen Eşref Ünaydın Atatürkle ilgili bir anısını nakletmiş ve kendisine;
“İçkiyi severim fakat istediğim zaman bunu keserim.
Vazifem esnasında bir damlasını dahi ağzıma koymam.
Vatan işlerine içki karıştırmam.
İçki ve vazife ayrı şeylerdir”

sözleriyle de bu konuya açıklık getirmiştir.
Atatürk özellikle “NUTUK”u hazırladığı üç ay boyunca ağzına bir damla içki koymamış,
inatla ve sabırla Nutuk’u bitirmiştir.
Gazi Mustafa Kemal’in 8 yıl makam şoförlüğünü yapan
İstiklal Madalyası sahibi Hafız Tahir Gürol da o meşhur masaları şöyle anlatıyordu:
“Mustafa Kemal Paşamız haftada beş gece içki içerdi,
ancak bu iki kadehi geçmezdi.
Hiç sarhoş olmazdı, uzun gecelerin sonuna doğru bile
aklı ve zekası mükemmel bir şekilde işlerdi,
masadaki kimi kişileri sorguya, imtihana çekerdi.”

Sanılanın aksine Atatürk’ün ölümüne sebebiyet veren siroz
alkol kaynaklı değil Prof.Dr. Gülendame Saygı,
Atatürk'ün idrar yolları rahatsızlığına ve siroza sebep olan
Şistozoma parazitini kaptığını dile getirmiştir.
Bilindiği gibi Atatürk, siroza yakalanmadan önce idrar yolları tedavisi görmüş,
hatta Avrupa'ya bile gitmişti.
Ulu önderin ölümü başlı başına bir inceleme konusudur, detayları ise
Yaşar Gürsoy’un kaleminden çıkan ve harika bir çalışma olan
Atatürk'ün Katilleri ve O Doktor kitabında belgeleriyle inceleyebilirsiniz...

Yazarın Diğer Yazıları