YILDIRIM ORDULAR GRUBU

YILDIRIM ORDULAR GRUBU

YILDIRIM ORDULAR GRUBU

Mütarekeye karşı çıkarak silah ve cephaneyi Adana halkına dağıttırdı

 

Filistin harekâtı sonunda Türkler, sayı kesin olmamakla birlikte bu cephede İngilizlere 75.000 esir, 360 top, 300 makineli tüfek, 210 kamyon, 44 otomobil bırakmak zorunda kalmışlardı. Bilançosu oldukça ağır olan bu harekât sonucu, Mısır’a ulaşarak Süveyş Kanalı’na hakim olmak bir yana, Antep’e kadar düşmanın ilerleyişi bir türlü durdurulamamıştır. Başarısızlığı kabullenmek istemeyen Falkenhein’ın hataları yüzünden, Osmanlı orduları bu savaşlarda büyük kayıplar vermiştir. Yıldırım Ordular Grubu’nda kurmay başkanlık görevinde bulunmuş subaylardan biri olan Hüseyin Hüsnü Emir (Erkilet), Filistin Cephesi’ndeki olayları anlattığı eserinin sonunda kaderin değiştirilmesinin mümkün olmadığı anlamına gelen bir deyimi kullanırken şu ifadelere de yer verir: "1917’deki hatalarımız Filistin’e, 1918’dekiler de Suriye’ye mâl oldu." Hüseyin Hüsnü Emir Almanlara gösterilen aşırı misafirperverliği de eleştirir ve ‘Yıldırım’ adlı eserinde şöyle bahseder: "Bilahare işittim ki, grup karargâhı Almanya’ya avdet ederken İstanbul’da izzet-ü ikram edilmişler ve nişan dahi almışlardır. Bizi idare için ecnebileri davet etmek büyük bir hata idi; fakat, hüsn-i muamelede hem vazife ve hem de mukteza-yı necabetimizdendi. Yıldırım, s. 338."
Yıldırım Ordular Grubu’nun son komutanı olan Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi karşısında son derece ihtiyatlı davranarak, Filistin hezimetinden sonra elde kalan son ordu kalıntısını daha da Kuzey’e çekmek için büyük çabalar sarf etti. Orduların terhis edilmesi konusunun gündemde olduğu bir sırada o, elde mevcut kuvvetleri mümkün olduğunca silah ve teçhizatı ile Kuzey’e çekti.
 İşte Mustafa Kemal Paşa’nın kuzeye çekmeyi başardığı bu kuvvetler, bir yıl sonra başlayacak olan Türk İstiklal Mücadelesi’nin Güney Cephesi’ndeki çekirdek kadrosunu oluşturacak olan birlikler idi. Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin ana maddelerinden olan Osmanlı’nın elindeki silahların teslim edilmesine de karşı çıkarak bu silahları ve cephaneyi Adana halkına dağıttırdı. Daha sonra bu silah ve cephane Milli Mücadelede düşmanı topraklarımızdan atmak için kullanıldı.
Mütarekenin imzalandığı o kargaşa döneminde Harbiye Nazırlığı gibi aktif bir göreve talip olan Mustafa Kemal Paşa’nın bu istekleri ne yazık ki, dönemin sadrazamı tarafından uygun bulunmadı. 13 Kasım 1918 tarihinden 16 Mayıs 1919 tarihine kadar İstanbul’da kalarak memleketin genel durumunu yakın arkadaşlarıyla kritik eden Mustafa Kemal Paşa, bilahare ülkesinin ve kendisinin de kaderini değiştirecek olan kutsal yolculuğa çıkarak Türk İstiklal Mücadelesi’ni başlattı. Bu mücadelenin başlangıç noktası her ne kadar 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basması olarak verilse de, İstanbul’dan Bandırma vapuruna ayak basması ilk adımdır...  Mustafa Kemal Paşa ve Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı  Zekeriya Türkmen Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 47, Cilt: XVI, Temmuz 2000.  43 Gn.Kur. ATAŞE Arşivi: 5-11122, Kls: 3707, Ds: 36, F: 20. Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi dönemindeki anılarını daha sonra röportaj halinde gazetelere anlatmıştır. Mondros mütarekesi karşısında düşünceleri için bkz. Hakimiyet-i Milliye, 5 Nisan 1926. 75 Bu konuda Enver Paşa’dan sonra Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri olan Hüsamettin Ertürk de geniş açıklamalarda bulunur. Geniş bilgi için bkz. Hüsamettin Ertürk, Millî Mücadele Senelerinde Teşkilat-ı Mahsusa, (Hz. Em. Gen. Tevfik Apay) Daktilo edilmiş metin, Ankara 1975, Gen.Kur. ATAŞE Başkanlığı Kütüphanesi nr: II. D. H. 201. 53 [Mustafa Kemal Paşanın VII nci ordu komutanı iken Halep civarında bulunan Nüvvap karyesi şeyhini kendi yanına çekmek amacıyla 221 altın tutarında kağıt parayı örtülü ödenekten verdiği 1920 yılında İstanbul hükümetinin yaptığı soruşturmada anlaşılmaktadır. Ordu komutanlarına o dönemde örtülü ödenekten para harcama ruhsatı verildiğinden bu hususun sadece Harbiye Nezareti tarafından araştırılmasının doğru olacağı hükmüne varılmıştır. Bkz. BOA., Harbiye Gelen nr: 347045, 22 Nisan 1336/ 1920. Öte yandan Yusuf Hikmet Bayur ise eserinde olayı daha değişik bir şekilde anlatır ve 1917 yılı Ekiminde cereyan ettiğini belirtir. Bkz. Atatürk Hayatı ve Eseri, Ankara 1990, s. 136.] (Bitti)