Kes-kopyala-yapıştır!

Kes-kopyala-yapıştır!
Kes-kopyala-yapıştır!

Oh ne ala gazetecilik

Oh ne ala gazetecilik
Kes-kopyala-yapıştır!



Dünkü Sözcü’yü görünce “Herhalde bir karışıklık oldu” dedik arkadaşlarla. Operatörler tam kendi hazırladıkları 1. Sayfayı baskıya gönderecekken yanlışlıkla gazete arşivi klasörüne girdiler, sonra da yine yanlışlıkla kendi hazırladıkları sayfa yerine bir başkasını matbaaya gönderdiler!
Dünkü Sözcü’nün, 12 Haziran 2013 tarihli Yeniçağ’ın kapağıyla çıkmış olması nasıl açıklanabilir başka?

***

12 Haziran 2013 tarihli Yeniçağ’ın manşeti “ABD askerine dua, Türk gencine iftira”ydı.
Haberde,  ABD askerlerinin Irak’ta “ahıra çevirdiği” Felluce Halife Raşid Camisi ile Gezi protestoları sırasında polis şiddetinden kaçan gençlerin sığındıkları Dolmabahçe Cami’nin resimlerini yan yana kullanmıştı. Felluce’de çekilen fotoğrafı okuyucusuna “Erdoğan, Irak’ta milyonlarca çocuğu öksüz bırakan, 150 binden fazla kadına tecavüz eden ABD askeri için, ‘En az zayiatla ülkelerine dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz’ demişti. O ABD askeri, Felluce’deki Halife Raşid Camisi’ni ahıra çevirmişti” satırlarıyla sunan Yeniçağ, Dolmabahçe Cami ile ilgili olarak da “Polis şiddetinden ve biber gazından kaçarken, sığındıkları camide Türk gençlerini bira içmekle suçlayan Başbakan Erdoğan, böyle bir olay yaşanmadığını defalarca açıklayan caminin imamı ve müezzinini de dolaylı yoldan ’korkaklık ve yalancılık’la itham etti” ifadelerine yer vermişti.
Gelelim Sözcü’ye...
Yeniçağ’ın 17 gün önceki manşetiyle çıktı dün gazete!
Tıpkı 17 gün önce Yeniçağ’ın yaptığı gibi, dün de Sözcü Felluce ve İstanbul’da çekilen o iki cami fotoğrafını yan yana getirdi.
Tıpkı 17 gün önce Yeniçağ’ın yaptığı gibi Sözcü de o iki resmin ve o iki resme gösterilen tepkinin arasındaki farka dikkat çekti:
“Camiye postalla giren ABD’li askerleri kahraman ilan etti, “duacıyız” dedi.
Camiye ayakkabıyla giren yaralı gençlere hakaret yağdırdı, “Vandallar” dedi”

***

Her şeyi en iyi biz biliriz, bir tek biz biliriz tafrasıyla yazmıyorum bu satırları.  Şu hayatta  “aklın yolu bir” diye bir şey de var sonuçta. Benzer fikri yahut mesleki kodlara sahip gazeteciler, aynı olaya pek tabii ki benzer tepkiler verebilirler. “Pişti” olabilirler. Birbirlerinden habersiz fakat “aynı elin ürünü” gibi tıpkıbasım birinci sayfalarla çıkabilirler. Hele ki bahse konu olan iki gazete de “muhalif” çizgideyse... Hala ki “ortak” bir okur profiline sahiplerse...
Amaaaaa;
Bir de “zamanlama” var;
Gazetecilik, haberi “doğru” olduğu kadar “hızlı” da verebilme işi!
Geride kalmayacaksınız; hele ki sizden çok daha kısıtlı imkanlarla bu işi yapma mücadelesi verenlerin gerisinde hiç kalmayacaksınız. Kusura bakmayın ama gülerler adama.
“Gülünç duruma düşmek” iyi ihtimal tabi. Bir de beteri var:
İnsanların ağzı torba değil ki büzesiniz “emek hırsızı” derler, “intihalci” derler, “armut piş ağzıma düş”çü derler, “bahçıvansın biberin yok gazetecisinin gazetelerde yazılan çizilenden haberin yok” diyebilirler...
Dilin kemiği yok ki...

***

Hadi kötü niyetli olmayalım, neredeyse kopyala-yapıştır tekniğiyle hazırlandığını düşündürse bile “kuvvetli esinlenme” yakıştırması yapmayalım Sözcü’nün manşetine... 
İyi de, başka bir gazetenin günler önce yayınladığı “bayat” manşetle çıkmak her şeyden önce okura saygısızlık değil mi?
Basına dönük sindirmeye karşı muhalefet yapabilen gazeteleri satın almayı bir “mücadele metodu”, bir “görev” bilen okura haksızlık değil mi?
Dün o gazeteyi eline alan Sözcü okuru, “İyi de bu Yeniçağ’ın manşetiydi” dememiş midir sanıyorsunuz, bayilerin en üst rafları bize tahsis edilmediği için kimse okumamış mıdır sanıyorsunuz? Arada kaynamıştır, “nasılsa yuttururuz” mu sanıyorsunuz?
Erdoğan’a çok sık yaptığınız bir uyarı var ya... İhtiyacınız var... Ayna karşısında tekrarlayın bir kere de:
“Mağrurlanma...”

***

Bir de Yeniçağ bu manşeti attığında görmezden duymazdan gelen televizyon kanallarının, internet sitelerinin dün “Sözcü’den şok manşet” diye yeri göğü inletmesi neydi?
Ayıp değil mi?
Olacaksa “Benim tatlı muhalefetim” olsun öyle mi?
Erdoğan’dan, kendinden olmayana tahammül edemeyen iktidar zihniyetinden, egemen sansürcülerden ne farkı var peki!

 

+++

 

“Ayakta” duran adam
Haziran 2013.
Ethem’i alnından vurup öldürdüler. Vuran polisi serbest bıraktılar. Rahmetlinin arkasından iftira atmaya çekinmediler, Türk bayrağı yaktı dediler. Yalan olduğu ortaya çıktı. Bu sefer, siperde, kum çuvallarının önünde dururken fotoğrafını yayınladılar, “işte terör kamplarında çekilmiş fotoğrafı” dediler. Halbuki... Utanmadan terörist dedikleri Ethem, kaynakçıydı, geçen sene Tekeli Tabur Komutanlığı’nın inşaatlarında çalışmıştı. Devlet büyüklerimizin çocukları askerliğini bedelli yaparken, Ethem askerliğini Hakkâri Şemdinli’de yapmıştı. Bölgeyi gayet iyi bildiği için oradaki karakol inşaatlarına gönüllü gitmişti. Sanki gizlice ele geçirilmiş gibi yayınladıkları hatıra fotoğrafı da, zaten Ethem’in bizzat kendi Facebook sayfasındaydı.
Haziran 2010.
Sayın Başbakanımız, Hakkâri Şemdinli’ye gitmiş, sınır boyundaki mevzileri gezmişti. Uzaktan mıhlamasınlar diye, kum çuvallarının arkasında çömelerek oturmuştu. Davos’taki superman, Hakkâri’de siper’man olmuştu. Güya memlekete moral vermek için yapılan ziyaretin, moral bozucu fotoğrafıydı. Bir zamanlar elimizi kolumuzu sallaya sallaya girdiğimiz Irak topraklarına, anca kum çuvallarının arkasından çömelerek bakabiliyorduk. Ve, Başbakanın çömeldiği o siper, Tekeli Tabur Komutanlığı’na aitti.
Ethem’in “ayakta durduğu” yer...
Başbakanımızın “çömeldiği” yerdi.
Yılmaz Özdil / Hürriyet

 

+++

 

Tek millet, tek devlet, tek vatan, çok yalan
“Camiye ayakkabıları ile girdi bunlar” dedi ama resimlerdeki ayaklarda ayakkabı yok...
Normalde terör örgütünde silah aranmaz mı?..
Bunlar başladılar ayakkabı aramaya...
Bir çift makosen buldular...
Bu kez içinde ayak yok...
(.........)
Yaralıların sığındığı  “Camide içki içtiler” dediler...
Şişenin resmi de vardı bu kez...
Büyütüp baktılar:
Tentürdiyot...
(..........)
“Türbanlı kardeşlerimize saldırdılar” dedi...
Saldıranları yakaladılar...
Ama saldırılan türbanlı kardeşimizi ne yaptılarsa bulamadılar...
Polis tarihinde ilk kez mağdur kaçmıştı...
(..........)
“Göstericiler bir polisimi silahla şehit ettiler” dediklerinde, her şey tamamdı, sadece bir şey eksikti:
Vurulmuş bir polis...
(..........)
Ethem Sarısülük’ün öldürülmesi...
“Kafasına taş değdi” dediler...
Kurşun çıkınca “Taş polisin eline değdi, tabancanın ucu eğildi” oldu...
Tutmadı, “terörist” olduğunu gösteren bir fotoğraf buldular sonunda... Siperin içinde, kum torbaları arasında...
“Örgüt kampı” yaptılar...
Karakol çıktı...
Ethem amele olarak çalışmış karakol inşaatında...
Tüm bu yalanlar asla rasgele ve sıradan değil...
Siyasetlerinin vazgeçilmez parçasıdır yalanları...
Yalan hukuk oldu; Ergenekon, Balyoz, Odatv, Poyrazköy, Danıştay davalarında olduğu gibi...
Ekonomi olur; 300 kat borçlanıp “IMF’ye borcumuzu da kapattık” demek gibi...
Yalan; iktidar yöntemidir bir bakıma...
Çünkü: Göz göre göre durmadan yalan söyleyen, kendisine inanan dünyadan bihaber  “yüzde 50”nin orada olduğunu bilir...
Yalanlar, cehalet duvarlarında oy’a ve siyasi gücedönüşür...
Artık daha çok yalan lazımdır...
Tek millet, tek devlet, tek vatan, çok yalan...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet