Kıbrıs Adası Türkiye'nin çalınmış ebedi vatan toprağıdır / Abdurrahman Keleşoğlu

Kıbrıs Adası Türkiye'nin çalınmış ebedi vatan toprağıdır / Abdurrahman Keleşoğlu

Kıbrıs adası, coğrafi konumu itibarı ile Anadolu yarımadasına yaklaşık 70 km. gibi yakın bir mesafede ve Türkiye’nin Antalya, Mersin, Adana ve Hatay illerinin ve onların gerisindeki vatan topraklarının savunma hattını oluşturur. Kıbrıs adasında konuşlanacak herhangi bir yabancı devlet, savaş uçaklarının ve güdümlü mermilerin hızı ve menzili göz önüne alındığında bütün Türkiye için çok ciddi bir tehdit unsurudur. Bu itibarla Kıbrıs adası üzerinde Türkiye dışında başka hiçbir devletin silahlı gücü bulunmamalıdır. Bunu istemek bizim en tabii ve hayati hakkımızdır.

Türkiye dışındaki herhangi bir devletin Kıbrıs adası üzerinde söz ve nüfuz sahibi olma istek ve hevesi bütün Doğu Akdeniz ve Orta Doğu ülkeleri üzerindeki emperyalist ve sömürgeci emelleri tatmin gayesi dışında hiçbir haklı ve meşru sebebe dayanmamaktadır.

Yukarıdaki mülahazalar, meselenin jeopolitik ve jeostratejik yönüne taalluk etmektedir. Diğer yandan devletler hukuku esasları itibarı ile: Kıbrıs adasının tamamı Türkiye’nin ayrılmaz vatan toprağıdır. Şöyle ki:

Yavuz Sultan Selim tarafından bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Mısır’ın fethedilmesinden sonra bütün Doğu Akdeniz ve çevresi Osmanlı egemenliğine girdiği halde; Doğu Akdeniz’in tam ortasında yer alan ve Venedik Devleti’nin işgali altında bulunan Kıbrıs adası, Türk deniz yolları için ciddi bir tehdit olan korsan faaliyetlerine yataklık eden bir fesat yuvasına dönüştü. Bu duruma müsaade edilemezdi ve adanın fethine karar verildi. Ada 1571 yılında Türk egemenliğine girdi ve Anadolu’dan göç ettirilen binlerce Türk de adaya yerleştirildi.

1571’den 13 Temmuz 1878 tarihine kadar Kıbrıs adası 307 yıl fiilen ve hukuken Osmanlı idaresinde kaldı. Ancak dünya siyasetinin mefistosu olan İngilizler, 19.yy’ın başlarından itibaren sömürgeci emperyalist emellerinin güvence altına alınması için elinde bulundurduğu Cebelitarık ve Malta zincirine bir halka daha ekleyerek Kıbrıs adasının egemenliğini de ele geçirmeyi düşünmeye ve planlar yapmaya başlamışlardır. 1877-1878 Osmanlı Rus harbinde Rusların Ayastefanos (Yeşilköy) önlerine kadar gelerek İstanbul’un kapılarına dayanmaları, İngilizlere bekledikleri fırsatı altın tepsi içinde sundu. Rusların bir oldubitti ile 3 Mart 1878 tarihinde Osmanlı Devletine kerhen Ayastefanos Antlaşmasını imzalatarak Ege Denizine kadar uzanacak büyük bir Bulgaristan Devletinin kurulmasına boyun eğmesine yol açtı. Bu şartlarda Rusya’nın büyümesini İngiliz sömürge imparatorluğunun çıkarlarına aykırı bulan İngiltere hükümetinin başındaki Benjamin Disraeli, dış işleri bakanı Lord Salisbury Ayastefanos antlaşmasının hükümlerinin hafifletilmesi karşılığında ve Rusya’nın gelecekteki muhtemel tecavüzlerine karşı Osmanlı Devletine askeri yardımda bulunacakları vaadiyle Kıbrıs adasının mülkiyeti Osmanlı Devletinde kalmak üzere ve geçici olarak yönetimini üstlenmesini öngören antlaşma 4 Haziran 1878 tarihinde İstanbul’da imzalandı. Daha sonra 1 Temmuz 1878 tarihinde, önceki antlaşmaya ek bir antlaşma daha imzalandı. Bu ek antlaşmanın hükümleri şöyledir:

‘’Büyük Britanya Birleşik Krallığı ve İrlanda Majeste Kraliçesi ve Hindistan İmparatoriçesi ile Şahane Majeste Sultan, karşılıklı olarak iki imparatorluk arasındaki mevcut dostluk münasebetlerini geliştirmek ve genişletmek samimi arzusuyla ve Majeste Sultanın Asya’daki topraklarının geleceğini emniyet altına almak maksadıyla bir savunma antlaşması imzalamağa karar verdiler…’’

4 Haziran 1878 de imzalanan bu savunma antlaşması iki maddedir. Şöyle ki:’’

Rusya devleti, Batum, Ardahan, Kars, veya zikredilen yerlerden birini elinde tutup da ileride her ne vakit olursa olsun kat’i bir sulh muahedesi ile tayin olunan Asya memalik-i şahanesinden bir kısmını daha zapt ve istilaya girişecek olursa, o halde İngiltere devleti zikredilen memleketleri silah ile muhafaza ve müdafaa etmek üzere Yüce Saltanat ile birleşmeyi taahhüt eder.

Ve buna mukabil Zat-i Padişahi dahi Anadolu kıtasında bulunan Hristiyan ve sair tebaanın iyi idare ve korunmaları hakkında ileride devletler arasında sonradan kararlaştırılacak olan lüzumlu ıslahatı yapacağını İngiltere devletine vaad eder ve adı geçen devleti (İngiltere’yi) kendi taahhütlerini yerine getirebilmesinde lüzumlu vasıtaları temin edebilecek bir hale koymak için KIBRIS ADASINI TAHSİS VE ASKER İKAMESİ İLE İDARE ETMESİNE MUVAFAKAT EYLER.

İşbu mukavelename tasdik olunacak ve tasdiknameleri dahi bir ay zarfında, mümkün olduğu takdirde daha önce teati edilecektir. Tasdikanlilmakal taraflar için mukaveleyi imza ve temhir etmişlerdir.’’

Muahede metni açıktır. Türkiye, Kıbrıs’ı, kayıtsız şartsız değil vekaleten ve geçici bir şartla İngiltere’ye terk ediyordu. Daha sonra 1 Temmuz 1878 de imzalanan ek muahedenin 6. maddesinde bu geçici şart daha vazıh bir şekilde ifade olunmuştur. Layard ve Saffet Paşa’nın temsil ettikleri devletler adına 1 Temmuzda imzaladıkları ek antlaşma şartları şöyledir:

Ada’da bir Şer’iye mahkemesi bulunacak ve bu mahkeme ada Müslüman halkının şeriata müteallik işlerine bakacaktır.

Adadaki camilere, okullara, mezarlıklara ve diğer dini müesseselere ait mal, arazi ve bağışları idare etmek üzere, İngiltere tarafından tayin olunan bir İngilizle birlikte çalışmak maksadıyla Osmanlı Evkaf İdaresi ada Müslüman ahalisinden bir mümessil tayin edecek.

İngiltere, masraflar çıktıktan sonra kalan gelir fazlasını her sene Bab-ı Aliye ödeyecek ve bu fazla miktar son 5 yılın ortalaması üzerinden hesaplanacaktır ki, bu da 22936 kese etmektedir.

Bab-ı Ali Kıbrıs’ta bulunan Osmanlı tahtına ve Devletine ait arazi ve sair mallarını (Arazi miri ve Emlak-i Hümayun) serbestçe satacak veya uzun müddetle kiralayabilecektir.

İngiltere hükümeti, yetkili memurları vasıtasıyla, umumi gelişme veya sair inkişaf maksatlarıyla gerekli arazi ve ekilmeyen toprakları mecburi satışla ve münasip bir fiyatla zapt edebilir.

EĞER RUSYA, KARS VE SON MUHAREBEDE ERMENİSTANDA ZAPTEDMİŞ OLDUĞU DİĞER YERLERİ TÜRKİYEYE İADE EDECEK OLURSA, KIBRIS ADASI İNGİLTERE TARAFINDAN BOŞALTILACAK VE 4 HAZİRAN 1878 TARİHLİ ANTLAŞMA DA HÜKÜMSÜZ BİR HALE GELECEK. …..

…İngilizler adaya yerleşir yerleşmez, bu durumun sadece idari bakımdan ve geçici olduğunu, adanın Türkiye’ye ait bulunduğunu düşünmeden ve Kıbrıs, İngiliz İmparatorluğunun bir parçası imiş gibi hareket ettiler. Türk idaresi zamanında yabancı konsolosluklara tanınan hakları ortadan kaldırdılar. Osmanlı İmparatorluğunun yabancılar için kendi topraklarında taahhüt etmiş olduğu bazı hakları devam ettirmek istemediler. Kıbrıs’ın bir Türk toprağı olmakta devam ettiği gerçeğini inkara çalıştılar (Ahmet Gazioğlu, İngiliz idaresinde Kıbrıs, sa. 13 ve devamı).

13 Temmuz 1878 tarihindeki işgalden itibaren, dünya siyasetinin en sinsi aktörü olan İngiltere, hiçbir zaman adayı asıl sahibi olan Türkiye’ye geri vermeyi düşünmedi ve ne pahasına olursa olsun adayı elinde tutma kararlılığını korudu.

Her ne kadar 16 Ağustos 1960 tarihinden itibaren Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin ortaklaşa kurdukları Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş ise de; İngilizlerin Kıbrıstaki varlığı sona ermemiş ve Ağrotur ve Dikelya egemen İngiliz üs bölgelerindeki varlığı ile İngilizler adada kalmaya devam etmişlerdir. Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kıbrıs probleminin varlığı ve sürüp gitmesi, İngilizlerin adadaki varlıklarının devamı için İngilizler açısından bulunmaz bir imkandır.

İngilizler niçin Kıbrıs adasından vazgeçemezler? Bunun cevabını eski İngiliz başbakanlarından Anthony Eden (1897-1977) şu şekilde vermiştir: ’’Kıbrıs olmazsa, petrolün İngiltere’ye taşınmasını koruyacak tesisler de olmayacaktır. Petrolün olmaması demek, İngiltere’de işsizlik ve açlık demektir. Bu kadar basit!’’ (Casus Belli; KIBRIS sa.11)

Türkiye’nin 1. Dünya Harbinde Almanya ve Avusturya-Macaristan safında yer almasını bahane eden İngiltere, hukuken yok hükmünde olan tek taraflı bir beyanla, Kıbrıs adasını, İngiltere Kraliyet tacına bağlı bir koloni (sömürge) olarak ilan etti. Bu hukuk dışı oldu bittiği Osmanlı hükümeti kabul etmediğini ilan etti. İngilizler de bu yaptıklarının hukuksuz olduğunu biliyorlardı ancak böylece gerçek niyetlerini açığa vurmuş oluyorlardı.

1917 Ekim Devrimi ile son bulan Çarlık Rusyasının yerine geçen Rusya Bolşevik hükümeti ile Osmanlı hükümeti arasında 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk antlaşması ile Kars, Ardahan ve Batum Osmanlı Devletine iade edildi. Batum, Nisan 1918’de müstakil bir sancak merkezi yapıldı. Rus işgalindeki üç sancağın (elviye-i selase) asıl sahibine dönmesi ile 1878 4 Haziran ve 1 Temmuz tarihlerinde Osmanlı devleti ile İngiltere arasında imzalanan geçici İngiliz işgaline izin veren antlaşmanın hükmü kalmamış ve İngiltere Kıbrıs adasında işgalci durumuna girmiştir.

Batum sancağının fiilen ve hukuken Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olduğu, 23 Nisan 1920 günü toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisinde Batum milletvekilleri olarak Ahmet Fevzi Efendi(Erdem), Ahmet Nureddin Efendi, Akif Bey(Ahmet Akif Suner), Ali Rıza Efendi(Acara) ve Edip Bey(Mehmet Edip Dinç)’in varlığıyla tescil edilmiştir (Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü, 1920-1991).

Ancak, 16 Mart 1921 tarihinde TBMM. Hükümetinin temsilcileri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin temsilcileri arasında imzalanan Moskova Antlaşması ile Batum, Gürcistan’a, dolayısıyla Sovyet Rusya’ya bırakıldı. Batum, 28 Mart 1921 günü Türk kuvvetleri tarafından boşaltıldı.

Batum’un hangi mecburiyetlerle ve ne karşılığında terk edildiği hala üstü örtülü bir muamma olarak durmaktadır.

1900 yılında Çarlık Rusya’sı zamanında Bakü-Batum petrol boru hattının inşası ile Batum, Rusya’nın Karadeniz’deki en önemli petrol iskelesi haline geldi.

Petrolün kokusunun olduğu yerde, hele işin içinde Kıbrıs adasını elde bulundurmanın gerekçesi de varsa, Moskova Antlaşması’nın imzalanmasının arkasında İngilizlerin uğursuz hayaletinin olmadığını düşünmek oldukça zordur.

Aklı erenler arasında yaygın bir kanaat vardır: ’’Biz muharebe sahasında kazanırız ancak diplomasi masasında kaybederiz.’’ Bu aslında Türk milleti namına trajik bir durumdur. Bunun sebebini, zeka durumları müsait olanları düşünmeye davet ediyorum.

Le Monde Diplomatique Türkiye gazetesi Şubat 2009 tarihli sayısında, Rusya Siyasi Araştırmalar Enstitüsü Başkanı ve Rus parlamentosu Duma milletvekili Sergey Markov’un Türkiye hakkındaki şu görüşlerine yer vermiştir: ’’Yarım yüzyıldan bu yana ABD, NATO ve AB’nin gölgesinde yaşayan Türkiye, jeopolitik bir dev, ancak siyasi cüce halindedir.’’

Sergey Markov’un düşüncelerinin doğruluğu veya yanlışlığı hakkında herhangi bir fikir beyan etmeyeceğim. Ancak dışarıdan böyle görülmemizin de bizim hesabımıza pek övünülecek bir durum olmadığını düşünüyorum.

Hak ölmez… Devletlerarası antlaşmalar, hangi baskılar, zorlamalar ve hilelerle bir hak sahibini hakkından mahrum ederse etsin, bu durum geçicidir. Beklemesini, sabretmesini bilen ve o günün hazırlığı içinde olan hak sahipleri bir gün mutlaka haklarını elde ederler. Kıbrıs adasının durumu da bizim için böyledir.

Kıbrıs adası, Türkiye’nin çalınmış ve gasp edilmiş ebedi vatan toprağıdır. Bu gün değilse, yarın adanın tamamı Türkiye’nin egemenliğine kavuşacaktır.

Türkiye, adayı bir il olarak kendine bağlamayacaktır. Ada, Türkiye’nin askeri ve siyasi koruması altında, Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların eşit temsil ve etkinliğe sahip bulunduğu, uluslararası kimliği olan Kıbrıs Devleti (State of Cyprus) olarak teşkilatlandırılacaktır.

Adanın, kara, hava ve deniz savunması Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından sağlanacaktır. Bu durum, adanın Türkiye’nin askeri koruması altında bulundurulmasının ifadesi olacaktır.

Adanın iç güvenliğinin sağlanması Kıbrıs Devletine ait olacak ve adanın polis ve jandarma kuvveti Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlardan teşekkül edecektir.

Kıbrıs Devletinin Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının inhası(teklifi) ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayı ile görevlendirilecek bir Kıbrıslı (Rum veya Türk) olacaktır. Bu görevlendirme adanın Türkiye’nin siyasi koruması altında bulunmasının ifadesi olacaktır.

Kıbrıs Devletinin hükümet sistemi, parlamenter hükümet sistemi olacaktır. Eşit sayıdaki Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlardan teşekkül edecek bir Kıbrıs Temsilciler Meclisi ile bu meclisin güven oyu ile seçilecek bir hükümet (başbakan ve bakanlar kurulu) adayı yönetecektir.

Türkiye Cumhuriyetinin koruması altındaki adanın tamamına şamil bir Kıbrıs Devletinin vücut bulması şüphesiz zaman alacaktır. Ancak, zaman ebedi olduğu gibi, milletlerin hayatı da tek tek insan hayatının süresi ile kıyas edilemeyecek kadar uzun sürelidir. Hatta Türk milletinin inancına göre, Türk milletinin ömrü ebed müddettir. Bu bir iman meselesidir. Bunun böyle olduğuna şeksiz ve şüphesiz inanıyoruz.

‘’Keser döner sap döner: Gün gelir hesap döner.’’

Yarınların nelere gebe olduğu bilinemez. Mühim olan, yarınların neler öngördüğünü hesaba katıp hazırlıklı olmaktır.

Benim muhatabım, Türkiye’nin ve Türk milletinin dününü, bugününü ve yarınını görebilen ve düşünebilen gelişmiş dimağlara sahip vatan evlatlarıdır. Bunların dışındakilerin tevazu gösterip hadlerini bilmeleri gerekir.

Kıbrıs adasının geleceği üzerindeki düşüncelerimizi noktalayıp, hali hazırda nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini ele alalım.

Bugün Kıbrıs adası üzerinde üç ayrı egemenlik vardır: 1- Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti. Adanın yaklaşık 1/3 (3355 km2) toprağına sahiptir. Türkiye dışında hiçbir devlet tarafından tanınmamaktadır. Kurulduğu günden bugüne kadar Türkiye’yi yönetenlerce Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin dünya devletlerince tanınması yolunda herhangi bir çabası görülmemiştir. Türkiye’nin bu yoldaki başarısı, dünya siyaset sahnesindeki gücünün ve etkinliğinin göstergesi olacaktır.

2-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi. Adanın yaklaşık 2/3 toprağına sahiptir.

3-Egemen İngiliz Üsleri bölgesi ise 99 mil2 (256 km2) dir.

Kıbrıslı Türkler, tamamı 9251 km2 olan adanın 3355 km2lik kısmında Türkiye’nin koruması altında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini kurmuşlar ve yaşatmaktadırlar. Fakat bu devlete sahip olabilmek için, Kıbrıslı Türkler devletin kurulduğu 15 Kasım 1983 tarihinden önce ve sonra pek çok bedel ödemiş ve ödemektedirler. Bu bedel bugünkü şartlarda, her türlü ambargo ve izolasyona maruz bırakılarak dünyadan tecrit edilmek suretiyle tükenmişliğe zorlanmaktır. Bu zorluklara, Kıbrıs Türkünün vatan sevgisi ve ana vatan Türkiye’nin desteği ile karşı konulmakta ve Kıbrıs Türkü dimdik ayakta durmaktadır. Ancak, bu durum ilanihaye devam edemez. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin dünyaya açılmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Dünya siyaset sahnesinde yer alan Lüksemburg, Malta, Bahreyn ve Singapur gibi devletlerin yüzölçümleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden çok daha küçük oldukları halde dünya siyaset sahnesindeki yerlerini çoktan almışlardır.

Mesele, KKTC’nin arazisinin küçüklüğü meselesi değildir. Birleşmiş Milletler Teşkilatı (UNO)’nın kurucu babaları ve halen de patronları olan Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisine sahip beş daimi üyesi olan, 2. Dünya Harbinin galipleri ve savaş sonrası kurulan yeni dünya düzeninin garantörleri, emperyalist sömürgeci devletler Amerika, İngiltere, Rusya, Fransa ve Çin, Kıbrıs’ta egemen bir Türk devletinin varlığını ve Türkiye’nin etkin ve fiili korumasını kesinlikle istememektedirler. Niçin?...

Bilenler bilirler, Kıbrıs adası ve etrafındaki ülkeler dünyanın merkezi ve dünya siyasetinin odak noktasıdırlar. Buralarda üstün egemenlik sahibi olabilen ülkeler, dünya üzerinde söz sahibi olurlar. Başta, yukarıda adları yazılanlar olmak üzere bir iki istisna dışında dünyadaki hiçbir ülke Türkiye’nin ve onun koruması altındaki Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs adası üzerinde üstün egemenlik sahibi olmasını istememektedirler. Bunu doğrudan söyleyemeseler bile, ne idüğü belirsiz Birleşmiş Milletler Teşkilatı (UNO)‘nın arkasına saklanarak, türlü şaklabanlıklarla Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi Kıbrıs’ta etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Birleşmiş Milletler Teşkilatı, kurulduğu 1945 yılından beri, kuruluş gayesine uygun hiçbir olumlu faaliyette bulunmamış; aksine trajik insan hakları ihlallerine seyirci kalmış ve hatta Bosna’da olduğu gibi silahları BM. sözde Barış Gücü tarafından korunacakları vaadi ile ellerinden alınıp, silahlı Sırp çetelerine teslim edilen binlerce Boşnak elleri arkadan bağlı olarak Sırp caniler tarafından kurşunlanarak öldürülmüşlerdir. Sonra da bu zafer (!) BM. sözde Barış Gücü’nün Hollandalı komutanı ile Sırp çete komutanı tarafından içki kadehleri tokuşturularak kutlanmıştır. Bütün bu anlatılanlar dünya televizyonlarından herkese seyrettirilmiştir. Bu facianın sorumlularına da hiçbir ceza verilmemiştir. İşte, BM. Teşkilatı’nın namusu ve güvenilirliği bu kadardır.

Bu Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın, rahip kıyafetine bürünmüş mafya babalarından farksız olan Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin maskelenmiş istekleri doğrultusunda, Kıbrıslı Türkleri Rum boyunduruğu altına sokmaya ve KKTC’ni lağvetmeği hedefleyen ısrarlarının ciddiye alınması için akıldan yoksun olmak gerekir. Gerek Kıbrıslı Türklerde gerekse Türkiye’deki Türklerde böyle bir akıl yoksunluğunun olduğunu zannetmek çılgınlıktır.

Sözün özü, bir karış toprağına bile halel gelmeden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yaşatılacaktır. Bu herkes tarafından böyle bilinmelidir.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin vatan toprakları, Mehmetçiğin ve Mücahidin akıttığı kanların ve Kıbrıs Türkünün 1878’den bugüne kadar çektikleri çileler ve katlandıkları fedakarlıkların bedelidir. Rumlara toprak verilmesinin düşünülmesi bile cinnettir, çılgınlıktır. Bu toprakları, kim ne hakla isteyebilmekte ve kim hangi salahiyetle Rumlara vermeyi düşünebilmektedir?... Kıbrıs adasının tamamı Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerindir. Kıbrıslı Rumlar da adanın yerleşik halkıdır. Türkiye, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar dışında hiçbir devlet ada üzerinde söz ve hak sahibi değildir.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bir karış toprağının bile Rumlara, değil verilmesi müzakere edilmesi bile milli davaya ihanettir. Böyle bir ihanet mutlaka hak ettiği cezayı görmelidir.

Kıbrıslı Türklerin ada üzerindeki hakları, azınlık olan nüfuslarına dayanmamaktadır. 1571 tarihinden bu yana süre gelen, Katolik Venediklilere karşı kazanılan fetih hakkına dayanmaktadır. Bu fetihle, Venediklilerin kölesi durumundaki Ortodoks Rumlar hürriyetlerine kavuşmuşlardır. Bu bakımdan Kıbrıslı Rumların Türkiye’ye ve Kıbrıslı Rumlara karşı iddia edebilecekleri hiçbir üstün hakları yoktur. Belki bir teşekkür borçları vardır.

Batılı emperyalist devletler, kendi emelleri için Yunanlıları olduğu gibi Kıbrıslı Rumları da kukla gibi kullanmakta ve bizim karşımıza çıkarmaktadırlar. Herkes kendi yaptığından sorumlu olacağı için; Kıbrıslı Rumlar da, bizi kullandılar mazeretinin arkasına saklanamayacaktır. Herkese ve özellikle Kıbrıslı Rumlara akıllı olmaları ve bedel ödememeleri tavsiye edilir.

Herkes, Türkiye’nin Kıbrıs adası üzerindeki üstün ve vazgeçilemez haklarını idrak etmeli ve ona göre tavır almalıdır.

Kuzey Kıbrıs’taki, Kıbrıs Türklerini asla temsil etmeyen bazı marjinal kişilerin ‘’Türkiye bizim anavatanımız değildir. Türkiye! paranı da istemiyoruz, askerini de istemiyoruz. Askerini al git.’’ şeklindeki beşinci kol ağızlarının Türklüğün vicdanında nefret ve iğrenme duyguları uyandırmaktan başka hiçbir tesiri olmayacaktır. Türkiye, Kıbrıs adası üzerinde, kimsenin itiraz edemeyeceği ve hiçbir şekilde tartışma mevzuu yapılamayacak üstün hak sahibidir.

Birleşmiş Milletler Teşkilatının üstüne vazife olmadığı halde, binbir türlü hokkabazlıklarla Kıbrıslı Türkleri, 21 Aralık 1963 tarihinde Rumlar tarafından varlığına son verilen Kıbrıs Cumhuriyetindeki haklarından yoksun bırakan, Rumların egemenliği altına sokma çabaları, her türlü tasavvurun fevkinde bir yüzsüzlük ve utanmazlık örneğidir.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı Güvenlik Konseyince 4 Mart 1964 tarih ve 186 sayı ile alınan hukuk dışı kararla, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyetindeki haklarını gasp ederek onları devlet dışına atan Makarios’un, Kıbrıs’ın meşru (!) hükümeti olduğu kabul edilmiştir. Milletler arası antlaşmalarla teyit edilen ve BM Teşkilatı arşivine kaydettirilen Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyetindeki anayasal haklarını yok sayan Birleşmiş Milletler Teşkilatı, çete başı Makarios’un seviyesine düşmüş ve haydutlukta onunla eşleşmiştir. Bu kararla BM Teşkilatının Makarios’un suç ortağı olduğu tescil ve ilan edilmiştir. Tabii BM Teşkilatı, Güvenlik Konseyinin daimi üyelerinin paravanası ve isteklerinin yerine getiricisidir. Bu itibarla hiçbir devletin, BM Teşkilatının arkasına saklanarak hukuk ve ahlak dışı emellerine meşruiyet kazandıramaz. Birleşmiş Milletler Teşkilatı, kurulduğu 1945 yılından bugüne, hangi uluslararası problemi çözerek dünya barışına katkıda bulunmuştur? Hiçbir problem çözülmemiştir; Filistin, Keşmir vs. Bu teşkilat azman devletlere söz geçirememekte, ancak zayıf devletlere sopa ile sözünü geçirmektedir. Bu cümleden olarak, Afrika’nın kuzeydoğusunda yer alan, 2.500.000 km2 arazisi olan, coğrafi konumu ve sahip olduğu yeraltı ve yerüstü kaynakları itibarı ile geleceğin büyük ve güçlü devleti olma potansiyeline sahip Müslüman Sudan’ın önünü kesmek için, tek başına hiçbir mana ifade etmeyen ‘’self determination hakkı’’ argümanını kullanarak azman devletler Birleşmiş Milletler Teşkilatını alet etmek suretiyle, nasıl yapıldığı malum olmayan uydurma bir referandumla altı petrol denizi olan 620.000 km2lik araziyi 2011 yılında Güney Sudan adıyla Sudan devletinden kopardılar.

Geçmiş icraatları ve bugünkü durumu itibarı ile Birleşmiş Milletler Teşkilatının hiçbir ahlaki dayanağı yoktur. Zorbaların zorbalığına hukuki kılıf uydurmaktan başka bir hüneri bulunmamaktadır. Bu itibarla Birleşmiş Milletler Teşkilatı, emirlerine boyun eğilmesi gereken kutsal bir tapınak değildir. Bu teşkilat rahip kılığına bürünmüş mafya babalarının emellerine hizmet eden bir manastırdır. Şimdi de Kıbrıs adasından Türkiye’yi ve Kıbrıslı Türkleri uzaklaştırmak için, ada üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan Birleşmiş Milletler Teşkilatını araya sokarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ortadan kaldırmaya, Türkiye’yi adadan uzaklaştırmaya yönelik diplomatik atraksiyonlar peşindedirler. Türk tarafı, aklı ile zekası ile ve milli haysiyeti ile alay eden bu maskaralıklara daha fazla izin vermemelidir.

BM Güvenlik Konseyinin 4 Mart 1964 tarih ve 186 sayılı kararıyla Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyetindeki bütün haklarını yok sayan gayrı meşru kararından sonra Birleşmiş Milletler Teşkilatı infisah etmiştir. Herhangi bir merci, makam, kurul görev ve yetki alanının dışına çıkarak bir tasarrufta bulunduğu takdirde, yapılan işlem yok hükmünde olacağı gibi, bu işlemi yapanlar da varlık sebeplerini ve meşruiyetlerini kaybederler.

Filistin’de, Keşmir’de, Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarında adil bir çözüme güçleri yetmeyenler, haksız bir şekilde Sudan’ı parçalayanlar, hangi sıfatla ve hangi hakla Kıbrıs adasında bize çözüm dayatmaya cüret ediyorlar?

Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde yol haritasını çizenler; tarihi, coğrafyayı, devletler hukukunu ve Türk milli menfaatlerini göz önünde bulundurarak yeni bir yol haritası çizmek durumundadırlar.

Türkiye’nin siyasi ve askeri koruması altındaki, adanın tamamına şamil Kıbrıs Devleti (State of Cyprus) kuruluncaya kadar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin dünyaca tanınması ve mevcut izolasyonların tamamen kaldırılmasının sağlanması Türkiye’nin dış politikasının ana hedefi olmalıdır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığı, Türkiye’nin dış politikadaki manevra alanını daraltan bir faktör olarak zannediliyor. Böyle bir zan, diplomasideki ufuksuzluğun en üst seviyesidir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni feda edersek, önümüz açılır ve bizi bando mızıka ile Avrupa Birliğine alırlar düşüncesi zavallılığın en dip noktasıdır. Avrupa’nın içindeki Norveç ve İsviçre, hala Avrupa Birliği üyesi değildirler ve bu yolda hiçbir istek ve çabaları da bulunmamaktadır. İsviçre ve Norveç, Avrupa Birliği üyesi olmamakla ne gibi bir eksiklik içindedirler? Ayrıca yıllarca Avrupa Birliği Teşkilatının kapısında bekletildikten sonra yalvar yakar içeri alınan İngiltere, şimdi de Avrupa Birliğinden dışarı çıkabilmek için canını dişine takmış çırpınıyor.

Biz Avrupa Birliği üyesi olursak ne kazanmış olacağız? ‘’Türkiye’nin dış politikadaki nihai hedefi Avrupa Birliğine üye olmaktır.’’ sözü, ne pahasına olursa olsun mütareke antlaşmasını imzalamalıyız düşüncesindeki, 30 Ekim 1918’de Mondros Teslim ve İşgal Antlaşması’nı imzalayanların zihniyetini çağrıştırmaktadır. Hiçbir mülahaza, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tarihe gömmeyi haklı gösteremez.

Kıbrıs meselesinde Birleşmiş Milletler Teşkilatının öngördüğü çerçevenin dışına çıkamayız.’’ düşüncesi, ipotek ve vesayet altında bir dış politika mecburiyet ve mahkumiyetinin ifadesidir. Biz asla böyle bir durumu kabul etmiyoruz. ‘’Kral çıplak’’ demenin zamanı çoktan gelmiştir. ‘’Dünya beşten büyüktür’’ demekle bu mesele hallolmuyor. Bunun gereğinin yerine getirilmesi gerekir. Birleşmiş Milletler Teşkilatının herhangi bir organı, milli devletler üzerinde bir üst otorite değildir. Hiçbir devlet Birleşmiş Milletler Teşkilatının arkasına saklanarak herhangi bir ülkeyi işgal edemez ve parçalayamaz. Ancak henüz ‘’kral çıplak’’ diyen herhangi bir devlet ortaya çıkmadığı için, ‘’rahip kılığına girmiş mafya babaları’’ Birleşmiş Milletler Teşkilatının arkasına saklanarak zorbalık ve hukuksuzluklarına şimdilik devam etmektedirler.

Zulüm payidar olamaz; mutlaka zevale uğrar. Onun için, bugün dünya üzerinde hüküm süren zorbalık, hukuksuzluk, adaletsizlik ve sömürü düzeni yok olmaya mahkumdur. Tarihi insanlık tarihi kadar eski olan Türk milleti, daima hakkın, haklının ve mazlumun yanında zorbanın ve zalimin karşısında olmuştur. Bugünün karanlık dünyasını aydınlatacak olan gene Türk milleti olacaktır. Türk’ün geçmişi geleceğinin aynasıdır.

Dünya barışını gerçekleştirmek için Türk milletinin, ‘’Topyekün Milli Kalkınma Seferberliği’’ sürecini başarıyla tamamlayarak, her bakımdan kuvvetli ve kudretli bir devlete sahip olması mutlak şarttır.

Türk evladı, içindeki yüksek cevheri asliyi bilmeli, hissetmeli ve gereklerine göre yaşamalı ve çalışmalıdır.

Kıbrıs Türkü, adanın 1878 yılında geçici olarak İngiltere’nin yönetimine bırakıldığı günden, 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatına kadar çektiği çileler ve verdiği destansı mücadelelerle Kıbrıs’ta bir devlet sahibi olmaya hak kazanmıştır. Kıbrıslı Türkler, namüsait şartlarda bile Kıbrıs’ta Türk bayrağını yere düşürmemişlerdir. Bu durumda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin tanınmasını sağlamak ve ilkel ve iğrenç bir zihniyetle Kıbrıslı Türkleri dize getirip Rum boyunduruğuna sokmak için uygulanan izolasyonları kaldırtmak, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinin namus borcudur. ‘’Dünya egemenleri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin tanınmasına izin vermiyorlar’’ demek, ‘’biz bağımsız bir ülke değiliz’’ demektir. Aksi halde, Türkiye olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin tanınmasını ve Kuzey Kıbrıs’a uygulanan her türlü izolasyonun kaldırılmasını sağlamak için elimizdeki her türlü imkanı kullanmalıyız. İşte o zaman Türkiye, dünya siyaset sahnesinde baş aktör olarak yerini almış olur. Aksi halde üçüncü sınıf bir figüran muamelesi görürüz. Hiçbir Türkün gönlü buna razı olamaz.