KONUK KALEM / Bahadır

KONUK KALEM / Bahadır
Depremin ardından bir baba...

1999 Düzce-Kaynaşlı depreminden iki gün sonra oradaydım. Bazı çığırtkanlar gibi orada olduğumu haykırıp durmadım. Acıları taptaze insanlarla konuşmaya çalışmış ve izlenimlerimi yazmıştım. İnsanlar elbette ki şoktaydı ve en yakınlarını kaybetmenin acısını anlatmak olanaksızdı. İnsanlar çaresiz, şaşkın, hüznün doruklarında, kederin pençesinde, yarının neler getireceğini bilemeden sürüklenmeye çalışıyordu hayatta. Ruh ve beden bütünlüğünü kaybetmişlerdi sanki...

Çok sevdiği genç eşiyle küçük oğlunu yaşadıkları apartman dairesinde kaybetmiş bir babayla konuşmaya çalışmıştım. Kendisi işteymiş o sırada, hafif sıyrıklarla atlatmış faciayı. Acıdan uyuşmuştu beyni sanki. Konuşuyor, ancak arada gülümser gibi yapıyor, dudakları büzülüyor, sonra aklına o anda gelmiş gibi ceplerini aranıyor, bir cigara paketi çıkarıyor, yakıyor bir tane. İki üç fırt alıyor arka arkaya, sonra pişmanmış gibi, yere bastırıp söndürüyor cigarayı. Cebinden bir fotoğraf çıkarıp uzun uzun bakıyor. Oğluyla eşinin fotoğrafı... Sonra özenle cebine koyuyor fotoğrafı. Bana bakıyor, ama bakışları benden çok uzaklara ulaşıyor. Sorduğum soruya yanıt arıyor belki de diye düşünüyorum. Bekliyorum. Onca acıyı yaşayan o zira. Ben bekleyebilirim. Bir ara özür diliyor. Sözcükler acı çekerek dökülüyor dudaklarından... Yüz hatlarında derin bir acı eşlik ediyor sözcüklere. Göz bebeklerindeki yaşam enerjisi bitti bitecek. Sorularıma birkaç cümleyle yanıt veriyor yine de. Özür dilemeyi bile ihmal etmiyor otuzlu yaşlardaki fabrika işçisi. Bir ara mırıldanır gibi konuşuyor. Kulak kesiliyorum. “Allah verdi, Allah aldı... Böyle istedi kadir Mevlam, elden ne gelir ki...” diyor. “Efendim” diyorum merakla, cümleyi bir kez daha tekrarlamasını bekleyerek. Tekrarlıyor ve ağır ağır başını döndürüp gözlerimin içine bakıyor. Acıyı görüyorum bir kez daha. Büyük, sonsuz, hiç bitmeyecek, hep yakacak bir acıyı...

Ve bir şeye daha tanıklık ediyorum...

Acı ne kadar büyük olursa olsun, tevekkül, derinlere kök salmıştır bu topraklarda. Allah’tan geldiğine inanılana kayıtsız ve şartsız boyun eğilir. Felaket derin bir hüzünle kabullenilir. Ve hayat böylece sürüp giderken, toplum kendini bir sonraki kuşağa taşır. “Ve muhtemelen” diyorum, “bin yıldır bizi ayakta tutan en önemli hasletlerden biri de bu tevekküldür...”

 

*

 

BE­YE­FEN­Dİ

30 yıldır gelmeyen normal adam

Ne kadar dışa dönük biri olsa da, karakterinin kimi özelliklerini fark ettirmeden içinde yaşardı. Gerekmedikçe kimselere selam vermez, sokaklarda tartışmaya girmez, insanlardan uzak dururdu. Mümkünse kısacık göz temaslarıyla yetinirdi. Ancak bir gözlemciydi. Gözlüklerinin ardından insanların yüz hatlarından iç dünyalarına nüfuz etmeye çalışırdı. Yüz hatlarına önem verirdi. Analiz edilmeye çalışılan bir bakışın kolayca yalan söyleyemeyeceğini bilirdi. İnsanların daha çok beden dilleriyle konuştuğuna inanır, söze ise ancak hak ettiği kadar değer verirdi.

“Sezgiler, içgüdü ve beden dili...” diye söylenmişti bir keresinde, “söz haddini bilmeli yanlarında...”

Evinde yemeğini yaparken sebzeleriyle muhabbet eder, ev eşyalarına hayatını kolaylaştırdıkları için teşekkür ederdi. Evinde müzik dinler, bir şeyler okur, ülkede yaşananlar hakkında bilgi edinmeye çalışırdı. Uzun zaman önce insanları bir şeylere ikna etmekten vazgeçmişti. İnsanlar bir şeyi ancak kendi deneyleriyle öğrenebilirdi ve bu işe müdahale etmenin faydası yoktu. Daha iyi bir hayat yaşamanın bilincine varacak birisi zaten gerekeni yapardı, yapmıyorsa Beyefendi ne diye dertlenecekti ki?

Kendisiyle arkadaşlık edemeyenlerin, başkalarıyla sağlıklı bağlar kurabileceğine inanmıyordu.

Komşularıyla bildik komşuluk ilişkilerine girmez, ancak ölçülü bir güleryüzü de ihmal etmezdi. Evine pek gelen giden yoktu. Sabahın evden çıkar, akşam karanlığı bastırdıktan sonra dönerdi. Bazen sabaha kadar çalışma odasının ışığının yandığından söz ederdi komşular.

“Çalışıyorum” derdi Beyefendi soranlara.

Ve sabaha kadar bir insanın ne çalışabileceği konusunda bir fikirlerinin olmadığını anlatırdı bakışları bu fanilerin.

Bilirdi ki, kıdemli yalnızlar birbirlerinin telefonunu bile almazlardı rastlaştıklarında. Zira yalnızlıklarına zarar vermek istemezlerdi. O akşam bir kıdemliyle karşılaştıktan bir süre sonra evinin kapısını açmaya çalışıyordu Beyefendi.

“Bu koca evde tek başına mı yaşıyorsun” diye sordu komşulardan yaşlı bir kadın.

“Evet” dedi Beyefendi.

“Oğlum karın marın yok mu, ya da evlenmeye niyetin? Yalnızlık zordur” dedi yaşlı kadın.

“O işi üç beş kere yaptım nene, iyi akşamlar” dedi Beyefendi gülerek ve açtı kapıyı.

Ve sonra “Bu eve de otuz yıldır bir türlü normal bir adam gelmedi gitti” dediğini duydu yaşlı kadının...

 

*

 

OKUYUNUZ...

Dokumacılar

1-278.jpg

XIX. yüzyılın ortalarına doğru Almanya... Silezya’da çuhacılar ayaklanıyor. Yoksulluğa karşı bir savaş, bir direniş, bir özsavunma... Alman natüralizminin bir başyapıtı. Yazarı Gerhart Hauptmann’a Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran bir oyun. Polisin yasakladığı, Prusya Parlamentosu’nun günlerce tartıştığı bir olay eser. Almanya 1848 Mart Devrimi öncesini yaşıyor. Vahşi kapitalizm. Liberalleşmeyle ve zanaatçılıktan sanayileşmeye geçişle işleri ellerinden alınan dokumacılar sefaletin kucağına itiliyor. İşveren, devlet ve kilise ittifakında sömürülen insanlar! Sefalet kol geziyor...

 

*

 

SOKAKLARDAN

Abla ve küçük kardeş

2-210.jpg

Yaman bir abla o... Koca metropolde, küçük kardeş emanet edilmiş ona. Gözlerinin içine bakıyor kardeşinin. Oynuyor, yerlere yatırıp kaldırıyor, ancak iki elinin parmaklarını küçüğün sırtında kenetlemeyi asla ihmal etmiyor. Kardeşe bir şey olmamalı. Kardeş korunmalı. Kardeşi eğlendirmeli. Kardeşi güldürmeli. Abla, kardeşin kendisine kayıtsız şartsız güven duymasını sağlamalı. Abla kardeşe sahip çıkmalı, kendi boyuna posuna, yaşına bakmadan...

Ve fotoğraçıyı fark ederek bir de poz vermeli sonra...

3-130.jpg

4-053.jpg

 

*

 

İŞTE O KADAR

En kötü yalnızlık kendinle barışık olmamaktır.

Mark Twain