Ey Türk milleti! Bugün Gaziler Günü! Atatürk nasıl Gazilik unvanı aldı, Halide Onbaşı'ya ne söyledi? Yaşar Gürsoy yazdı.

Ey Türk milleti! Bugün Gaziler Günü! Atatürk nasıl Gazilik unvanı aldı, Halide Onbaşı'ya ne söyledi? Yaşar Gürsoy yazdı.

12 Ağustos 1921
Cuma gecesi

Polatlı’ya geçecekti. Ankara’dan hareket etmeden önce karargâhtaki subaylara:
“Acele edelim, düşman taarruza geçmek üzeredir” diye talimat verdi…

Vakit kaybetmeden, yanına Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı da alarak Polatlı’ya, Cephe Karargâhı’na gitti, ordunun başına geçti.

14 Ağustos sabahından itibaren Yunan Ordusu, Afyon-Eskişehir genel hattından ileri yürüyüşe geçti. Kütahya-Eskişehir Muharebesi için asıl kuvvetlerini güneyde toplamış olduğundan aşağı yukarı aynı kuvvet taksimiyle ilerliyor, daha ilk yürüyüşe başladığı sırada kuvvetlerinin büyük kısmını Türk Ordusu’nun sol kanadına yönelttiği açıkça görülüyordu. Mustafa Kemal’in bir hafta önce Polatlı’da bir köy odası kapısından çıkarken söylediği yanılmaz görüşlerinden biri olan “Arkadaşlar, düşman soldan gelir!” sözü, şimdi bir gerçek olarak görünüyordu.

Yorgun olmasına rağmen gece ancak iki saat kadar dinlenebilmiş, bütün geceyi harekat haritalarını inceleyerek geçirmişti.

Sabaha karşı o anda ordu sol kanadının bulunacağını kararlaştırdığı Mangal Tepe’yi görmek üzere yola çıkıldı. Varıldığında saat biri geçiyordu. Tepeye tırmanması mümkün olmadığından daha önce mevzileri gezmek üzere, hazırlanmış atlara binmek için otomobilden inildiği zaman Mustafa Kemal, “Her Kipert’in yaptığı haritaya güvenerek buraya gelmeseydik; burasını bir fırka (tümen) ile tutmak hatasına düşecek ve berbat bir iş yapmış olacaktık. Buraya kim Mangal Tepe demiş? Burası Mangal Dağı,” dedi.

Gözleri alev alevdi, zihni adeta bir dehanınki kadar çılgınca işliyordu. Tepeden etrafı kısık gözerle izlerken Yunan saldırısına karşı koyma tasarısının ana çizgileri ve düşmanın nerede durdurulacağı ve nasıl yenilebileceğini düşündü. “Kızılırmak’ın doğusuna geçmek, yani Ankara’yı kısa bir zaman için de olsa, düşmana bırakmak gerekmeden zaferi elde edebiliriz” diye geçirdi içinden.

Çocukluğundan beri güreşi severdi. Kendi tanımıyla ‘dağ’ dediği Mangal Tepesi’ni çok tutmuştu. O tepenin çok önemli bir rol alacağını adı gibi biliyordu. Dönüş yolunda içinden, “Düşmana, ancak bizim istediğimiz yerde çarpışmaya mecbur bırakacağız ve çarpıştıkça da beli üzerine atılacağız…” diye geçirdi.

Mevzileri incelemek üzere harekete geçildi. Yanında Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım (Gündüz) Bey de vardı.
Biraz sonra beyaz atını getirdiler. Kafası karışıktı; dalgındı, her ihtimali hesaplıyordu. Binlerce vatan evladı kendisine emanetti; onları kaybetmemeliydi. Kafasında, bir ihtimalin fırtınalaştığına şüphe yoktu. Bakışlarıyla ilerideki engebeli tepeleri gözleriyle tarıyordu. Asım Bey, “Galiba müdafaa hattını oraya almayı düşünüyor” diye içinden mırıldandı.

Mustafa Kemal Paşa tam o sırada dalınlıkla atına binmek üzereyken ayağı üzengiden kaydı ve yüzüstü yere düştü. Herkes şaşkına döndü.
Fena düşmüştü, yorgundu, hemen kalkmaya çalıştıysa da kısa süreliğine hafif baygınlık geçirdi. Herkes telaşlı biçilde ne yapacağını bilmezken Fevzi (Çakmak) Paşa’nın sesi duyuldu:

“Çabuk, bir matara su verin!..”

İsmet (İnönü) Paşa heyecan içindeydi ve etraftakilere, ‘Ne duruyorsunuz?’ diyordu.

“Hemen bir doktor bulunuz...”

O sırada, bir süvariyi dörtnala, en yakın kıtaya göndermiş ve doktorun gelmesini emretmişti.

Paşa az sonra kendine geldi. Kısık ses tonuyla, güçlükle nefes alırken, “Yok, yok,” dedi ve ardından ekledi:
“ Bir şey yok. Telaş etmeyin… İşimize devam edelim… Bakınız hiçbir şeyim yok görüyorsunuz…”

Oysa acısı büyüktü. Düşme sırasında kaburgası bir taşa denk gelmiş, kırılmıştı.

Acısını belli etmemeye çalışarak ayağa kalktı, atının başını okşadı… Sanki onu da teselli ediyor gibiydi. Etraa olumsuz bir haber yayılmasını engellemek için

Gücünün en sonunu kullanıyordu.

Fevzi ve İsmet Paşa, otomobillerin getirtilmesine izin verilmesini söyledikleri halde, “Daha gezecek yerlerimiz var,” diye kabul etmedi.
Rengi sararmıştı, mevzileri gezmeyi sürdürdü. Ağı ağır yürüyor acısını içine gömüyordu. Bir süre sonra emir çavuşu Ali Çavuş’a dönerek:

“Çocuk, nefes alamıyorum,” dedi.

Mustafa Kemal, koca Mangal Dağı’nı at üzerinde bir saat kadar dolaştı, bütün ayrıntılarıyla inceledi. Artık otomobile dönmek üzere dağdan inmeye başlamıştı. Yanındakilere, “Çocuklar. Bizim bir yerimiz kırıldı mı dersiniz?

- Dağı iyice görmeden dönelim diye tutturmamanız için, daha evvel söylemedim ama bir saattir pek fazla ıstırap çekiyorum. Göğsümün sağ tarafı fena halde ağrıyor,” dedi.

O esnada attan inmiş yerde oturuyordu. Doktorlar Adnan (Adıvar) ve Refik (Saydam) Bey kendisini kısa bir süre muayene etti, Kemiklerinin zedelendiğini söyledi. Ve eklediler:

“Paşam muhakkak Cebeci Askeri Hastanesine gitmeniz gerekir…”

Kabul etmedi, “Ben buradan ayrılmam. Eğer bu müdafaa hattında tutunamazsak Kızılırmak’a kadar çekilmek lazım,” dedi…

Yola çıkıldı. Patikaları, toprak yolları ve birçok yerlerde sürülmüş tarla kenarlarını takip ettikleri için sağlam olan insanları bile zorlayan seyir, ne kadar dayanıklı biri olduğunu gözler önüne serdi.

Ancak acısının giderek arttığı da gözden kaçmıyordu. Akşam oldu, doktorların röntgen çekilmesindeki ısrarları üzerine sabah Ankara’ya hareket edildi.

Ankara
Alagöz Köyü


Halide Edip (Adıvar) Hanım Milli Mücadele fikir eri olarak görev yapıyordu. BU kez bir nefer olmak istiyor ve bu isteğini de başkomutanlığa bildirmiş, kabul de edilmişti.

Bir asker kendisini Mustafa Kemal Paşa’nın bulunduğu karargâha götürdü. Ay batmış, gece yarısı olmuştu. Paşa’nın yaveri Muzaffer Bey kendisini odasına çıkardı. Oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hala ağrı yapıyordu.

Halide Hanım yıllar sonra yaşadığı o anı Türk''ün Ateşle İmtihanı adıyla kitaplaştıracaktı:

(Paşa’ya doğru kalbimde mutlak, bir hürmetle gittim. O mütevazı odada bütün gençliğin, "Bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret, onun o odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz.” Gittim, elini öptüm.”

“Safa geldiniz hanımefendi" dedikten sonra bir sandalye gösterdi. “Ankara’da ne var ne yok?” diye sordu. Yanıtını aldı…
Tahta masanın üzerindeki bir haritaya eğilerek durumu, dört yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği kadar açık ve sade bir ifade ile anlattı.

Onbaşı Halide Hanım’ın için içine sığmıyordu. Paşa anlatırken o kitabının notlarını alıyordu:

“İşte Sakarya kıvrılarak gidiyor. Nehrin etrafına üzerlerinde kırmızı ve mavi kâğıt kelebekler titreşen toplu iğneler konulmuş. Eğer askeri durum hakkındaki duygularımı Mustafa Kemal Paşa''ya söylesem mutlaka güler…”

Yunan ordusu koca bir canavar gibi Ankara''ya yaklaşmış görünüyordu. Buna paralel Sakarya''nın doğusunda Türk Ordusu da kıvrılarak bu canavarın Ankara''yı yutmasına mani olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana korku veriyordu.

"Eğer Ankara''ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?" diye sordu Halide Hanım. Korkunç bir kaplan gibi güldü.

"İyi yolculuklar efendiler" derim; arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahvederim.

Mustafa Kemal Paşa güçlükle nefes alıyordu.

Dr. M. Kemal (Öke) ve Dr. Murat (Cankat) Beyler odaya girdiklerinde acı içinde olduğunu fark etti. Hemen muayene başladı. Kırılan kaburga kemikleri ciğerine batıyordu

"Acı insanının cesaretini ve maneviyatını kırar, insanı ümitsiz yapar ve şuurunu altüst eder, fakat Mustafa Kemal sen o vakit de ıstırapla kısılan sesini memleket savaşına ait kararlarını verirken gene yüksek iradeli bir heyecanla ıstırabını unutuyordun… O vakitler ne kadar zorluklarla karşılaştığına bizzat şahit oldum.” diye içinden geçirdi Mim Kemal .

İki doktor gerekli konsultasyonu yaptı ve acilen Cebeci Askeri Hastanesinde röntgeninin alınmasına karar verildi.

Ankara Cebeci Askeri Hastanesi Başhekimi Dr. Nazım Şakir Bey’di.

Röntgen çekildi, üç kaburga kemiğinin kırık olduğu anlaşıldı.

Muayeneyi yapmış olan Dr. Mim Kemal, Nazım Şakir Bey’in yanına giderek, “Bu vaziyette tekrar cepheye gitmesi doğru olmaz,” dedi. “Bir müddet istirahat etmesi lazım.”

Durum kendisine anlatıldı.
Ancak kaşlarını çattı, “İstirahate vakit yok,” dedi. “Derhal hareket etmem lazım.”


Ne kadar ısrar edildiyse de kabul etmedi. Kendisine o an için lazım gelen tedaviyi istedi. Sargı beziyle göğsü sarılırken acısı sapsarı kesildiğinde anlaşıldı..

Yine de şikâyet etmedi. Mim Kemal Bey’e döndü,

“Biraz sonra gideceğim,”
Doktorlar kendisine hastaneden ayrılırken

“Kaburga kemiklerinden biri kırık, diğer ikisi de zedelenmiş Paşam! 20 gün kadar istirahat edip konuşmamanız gerekir” diye uyardılar.

Tam o sırada doktorların gözlerinin içine bakarak,:

“Allah Konstantin’e yardım ediyor galiba? ”şaka yapmaktan geri kalmadı.

Hastaneden çıkıldı otomobille yol alınırken, yolda Adliye Vekili Refik (İnce) Bey ile karşılaşıldı. Kısa süre sağlık durumu ile ilgili konuşuldu. Refik Bey’in istirahat etmesini rica etmesi üzerine, ona da, “Olamaz, istirahat ve tedavi vazife ile beraber cephede! Ben mutlaka orada bulunmalıyım!” dedi.

Her seveni dinlenmesini istiyordu. Onlardan biri de Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey’di. Kendisine, “Böyle ölüm ve kalım gününde benim kemiğimin ne ehemmiyeti var. Kemiğimin kırıldığı yerde Konstantin’in ordusu ve gururu kırılacaktır,” demişti.

23 Ağustos 1921

Yunan Ordusu, ciddi olarak Türk Ordusu’nun sol kanadına,

Mangal Dağı’ndaki kuvvetlerine taarruza başladı. Üstün Yunan kuvvetleri karşısında Türk Ordusu, yurdunu kanının son damlasına kadar savunmaya and içmişti.

Sakarya doğusundaki Duatepe-Kartepe-Beştepeler-Yıldıztepe hattında direnilecekti.

Ya bu hatta tutunamazsa ne yapacaktı? Kızılırmak gerisine mi çekilecekti? Hayır!.. Bir yere gitmeyecekti. Türk yurdunun her karışı Türk kanıyla sulanmadıkça, çekiliş görülmeyecekti.

Sakarya’nın en kritik günlerinde idi. Birçok cephede top ve tüfek mermisi kalmamıştı. Başkumandanlığa sürekli olarak “yokluk” haberleri geliyordu.

Mustafa Kemal, kafasında bu yokluğa karşı çareyi bulmuş olmanın rahatlığı ile kumandanları topladı. Yüksekçe bir yerdeydi. Haliyle zaten kürsüleşmiş, abideleşmişti. Elini yumruk yaparak konuştu:

“Arkadaşlar!.. Düşmanı evvela tepelerde bir-iki mermi ile oyalayacaksınız. Onların tepeye çıkıp gelmesini, yorulmasını bekleyeceksiniz. Tepe noktasının arkasına yerleştirdiğimiz birliklere süngü taktırarak bu yorulmuş, dili çıkmış düşmana saldırtacak, yok edeceksiniz. Kıtalarımızın da önünde olacaksınız. İşte size cephane yokluğunu telafi ettirecek yol… Bu vatan, üzerinde yaşayan insan oldukça, hiçbir başka yokluk için feda edilmeyecektir.” (Mustafa Kemal bu savaş şeklini anlatırken sol elini yukarı kaldırmış, parmaklarını aşağı doğru kıvırarak sağ eliyle düşman istikametini göstermiş, tam parmakların kıvrıldığı yerde süngü takmış erlerin mevzileneceği yerleri belirterek, buradan süngü hücumuna kalkılmasını söylemişti.)


10 Eylül 1921

Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım (Gündüz) Paşa’ya da “Hattı müdafaa yoktur,” emrini not ettirmişti. Bu emir verilirken Fevzi Paşa, Batı Cephesi Kumandanı İsmet (İnönü) Paşa, Harekât Başkanı Tevfik (Bıyıklıoğlu) Bey oradaydı.

Genellikle bütün emirlerini direktif şeklinde ağzından verirdi. Onun imzasını taşıyan emirler pek nadirdi. Emir şöyle başlıyordu: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz…”

Sakarya Meydan Muharebesi, yüz kilometrelik bir cephe üzerinde gerçekleşti.
Binlerce vatan evladı şehit düştü, binlerce düşman askeri öldü.
Savaş tarihteki yerini, Atatürk tarafından devasa bir savaş anlamında kullanılan Melhame-i Kübra ifadesiyle anıldı. Türk Kurtuluş Savaşı’nın en önemli muharebelerinden biri oldu. İsmail Habip Sevük Sakarya Meydan Muharebesi''nin önemini, "13 Eylül 1683 günü Viyana''da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya''da durdurulmuştur” diye açıkladı.

Sakarya Zaferi yurtta büyük bir sevinç yarattı. Zafer, yurdun her köşesinde coşkulu bir bayram sevinci içinde kutlandı. Çünkü elde edilen sonuç çok önemli idi. Bu zaferle düşmanın saldırı gücü tükenmiş, Türk topraklarını ele geçirme istek ve umudu yok olmuştu. Kesin yenilgiye uğramamak için şimdi savunma durumuna geçmişti. Buna karşılık Türklerin, düşmanı yurtlarından atma gücü bir kat daha artmıştı.

Başkomutan bu büyük zaferden sonra milletinden hak ettiği en büyük ödülünü aldı. T.B.M.M. büyük ustalıkla yönetilen bu meydan savaşının, milletin kaderini değiştireceğini anlamıştı. En umutsuz ve en bunalımlı günlerde dahi umudunu kaybetmeyen, herkesi arkasından sürükleyen ve nihayet dünya savaş tarihinde bile görülmemiş bir taktik uygulayarak büyük zafer kazanan Mustafa Kemal’e T.B.M.M. oybirliğiyle aldığı bir kararla Mareşallik rütbesini verdi. Takvim yaprakları 19 Eylül 1921 gününü gösteriyordu. TBMM ayrıca Mareşal Mustafa Kemal’e aynı gün en büyük şeref olan, Gazilik unvanını da verdi…

 

 

 

 

 

Kaynak:

Gazi Mustafa Kemal, Nutuk
Halide Edip Adıvar, Türk''ün Ateşle İmtihanı
Hâkimiyeti Milliye Gazetesi, Numara: 247, 27 Temmuz 1921
Damar Arıkoğlu, Hatıralarım
Asım Gündüz, Hatıralarım
Ziya Oranlı, Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları
Bedi Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün Sağlık Hayatı
Mim Kemal Öke, Akşam Gazetesi, 10 Kasım 1941
Ruşen Eşref Ünaydın, İstiklal Yolunda
isteataturk.com
mustafakemalim.com

Yazarın Diğer Yazıları