TÜİK, Ekim 2025 dış ticaret verilerini açıkladı: İhracat 23 milyar 900 milyon dolar, ithalat 31 milyar 480 milyon dolar. Aradaki fark 7 milyar 580 milyon dolar. Bir önceki yılın aynı ayına göre açık %27,6 genişledi. Ocak-Ekim toplamı ise 74,7 milyar dolara ulaştı. Bu rakamlar, ekonominin en temel göstergelerinden biri olan dış ticaret dengesinin uzun süredir kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

İthalatın ihracattan hızlı artmasının üç ana nedeni var: enerji fiyatları, ara malı bağımlılığı ve iç talep yapısı. Enerji ithalatı hâlâ en büyük kalemlerden biri. Rusya ve Azerbaycan’dan gelen doğalgaz ile petrol, faturanın önemli kısmını oluşturuyor. İkinci büyük pay ise üretimde kullanılan ara mallarında: çelik, kimyasal madde, elektronik bileşenler, makine parçaları. Türkiye imalat sanayisi hâlâ yüksek oranda ithal girdiye dayalı çalıştığı için kurdaki her yükseliş maliyetleri doğrudan artırıyor ve rekabet gücünü azaltıyor.

İhracatta ise tablo daha karmaşık. 2025’te Avrupa Birliği hâlâ en büyük pazarımız ancak talep daralması ve reel kurun rekabetçi seviyenin altında kalması (mı oynaklığı mı dersiniz) nedeniyle büyüme sınırlı kaldı. Ekim’de ihracatın sadece %2 artması, dış talebin zayıf olduğunu gösteriyor. Yüksek teknolojili ürünlerin ihracattaki payı %3,6’da kalırken, ithalattaki payı %11,5. Bu asimetri, katma değer sorununu açıkça ortaya koyuyor. Türkiye dünya pazarına ağırlıklı olarak orta-düşük teknolojili ürünlerle katılıyor.

İş dünyası açısından bu açık, maliyet baskısının artması demek. İthal girdiler pahalılaştıkça kar marjları daralıyor, fiyat rekabeti zorlaşıyor. KOBİ’ler özellikle kredi faizleri ve kur riskiyle birleşen bu yükü taşımakta zorlanıyor. Büyük ölçekli firmalar ise yurtdışı borçlanma ve hedging araçlarıyla (forward sözleşmeleri, opsiyon sözleşmeleri, vadeli işlem kontratları, swap işlemleri) bir ölçüde korunabiliyor korunmasına da; genel tablo, sanayinin yapısal dönüşüm olmadan sürdürülebilir bir iyileşme gösteremeyeceğini işaret ediyor.

İşgücü cephesinde sonuçlar daha somut… Yerli üretim ithalatla ikame edildikçe istihdam yaratma kapasitesi azalıyor. Otomotiv, tekstil, beyaz eşya gibi sektörlerde montaj ağırlıklı üretim modeli, yüksek katma değer ve nitelikli iş yaratma potansiyelini sınırlıyor. Genç işsizlik oranının yüksek seyretmesi, bu yapısal sorunun bir yansıması. Eğitim sistemi ile iş dünyasının ihtiyaçları arasındaki uyumsuzluk da vasıflı eleman açığını büyütüyor. Firmalar ya yurtdışından mühendis getiriyor ya da mevcut çalışanlarını sürekli eğitime tabi tutmak zorunda kalıyor.

Türkiye’nin dış ticaret dengesindeki kırılganlığın bir diğer boyutu ise verimlilik artışının uzun süredir yetersiz kalması. Sanayide toplam faktör verimliliği 2017’den bu yana durağan seyrediyor. Dijitalleşme, otomasyon ve üretim süreçlerinin yenilenmesindeki gecikme maliyetleri yükseltirken rekabet gücünü azaltıyor. Yüksek teknolojili üretim kapasitesi sınırlı kaldıkça, ithal girdiye bağımlılık ve dış açık döngüsü kendini tekrar ediyor.

Orta Vadeli Program’da 2025 için cari dengenin GSYH’ye oranının %-1,4’e çekilmesi hedefleniyordu. Ekim verileriyle bu hedefin oldukça uzağında olduğumuz görülüyor. İhracatın ithalatı karşılama oranı %75,9’a geriledi; enerji hariç bakıldığında oran %82’ye çıksa da, yapısal sorun çözülmüş değil.

Bu noktada benim görebildiğim; aylık 7,5 milyar dolar civarında seyreden dış ticaret açığı, Türkiye ekonomisine üç temel mesaj veriyor:

  1. Enerji ve ara malı bağımlılığını azaltmadan sürdürülebilir büyüme mümkün görünmüyor.
  2. Katma değerli üretim ve Ar-Ge yatırımları ertelenemez bir zorunluluk.
  3. İşgücünün niteliğini yükseltmek, uzun vadeli rekabet gücünün anahtarı.

Bu çıkarımlar, ne bir felaket habercisi ne de görmezden gelinecek bir detay. Sadece uzun süredir bilinen bir gerçeğin rakamlarla yeniden hatırlanması. Dönüşüm ya şimdi yapılacak ya da her ay bir 7,5 milyar dolar daha ödemeye devam edeceğiz. Ne kadar sürdürebiliriz, soru işareti.

Şirketleri bu tabloda çok katmanlı bir baskı dönemi bekliyor, olacak. İlk olarak, ithal girdilerin pahalılaşması maliyetleri yukarı çekerken fiyat rekabeti zayıflıyor. Özellikle KOBİ’ler kur oynaklığı ve yüksek finansman maliyetleri nedeniyle marjlarını korumakta zorlanacak. İkincisi, verimlilik ve teknoloji yatırımlarını erteleyen firmalar orta vadede ihracat pazarlarında konum kaybetme riskiyle karşı karşıya. Üçüncü olarak, nitelikli işgücü açığı büyürken hem ücret baskısı hem eğitim maliyetleri artacak. Bu koşullar, şirketleri daha dijital, daha verimli, daha az ithal girdiye bağımlı yeni bir üretim mimarisine geçmeye zorluyor.

Toplumu ise daha sessiz ama derin bir dönüşüm bekliyor. Dış ticaret açığının kalıcı hâle gelmesi, yaşam maliyetlerinin yüksek seviyede sabitlenmesi anlamına geliyor. Özellikle enerji ve ithal girdilere bağlı sektörlerde fiyat baskısı hane bütçelerini zorlamaya devam edecek. İşgücü piyasasında nitelik farkı belirginleşirken, gençler için istikrarlı ve yüksek gelirli işlere erişim daha rekabetçi hâle gelecek. Gelir dağılımındaki uçurum da büyüme riski taşıyor. Orta sınıfın alım gücünü koruması ancak verimlilik artışıyla mümkün. Bu tabloda toplumun temel beklentisi, daha güçlü sosyal politika kalkanları ve daha öngörülebilir bir ekonomik iklim olacak.

Sorularınız için e-posta adresi: hkaganoyken@gmail.com