Bir Postmodernizm örneği: ‘Sır Kâtibi’

Bir Postmodernizm örneği: ‘Sır Kâtibi’

Hasan Kayıhan’ın, Türk edebiyatında ayrı yeri var.

Yeni romanı Sır Kâtibi Elips Yayınları’ndan çıktı (320 s.)

Hasan Kayıhan, 31 Aralık 1949 doğumlu. Balıkesir Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü, Hacettepe Eğitim Fakültesi Devlet Lisan Okulu İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü ve Ortadoğu Amme İdaresi’ni bitirdi.

1966’dan beri elinden kalemi bırakmadı. Emre, Oba, Töre, Ortadoğu, Hergün, Millî Eğitim ve Kültür, Kan, Doğuş, Türk Edebiyatı dergi ve gazetelerde yazdı.

Türkiye Yazarlar Birliği'nin de kurucularından. Uzun süredir Almanya’da yaşıyor. Türklerin kimliklerine sahip çıkmalarında aktif rol oynadı.

İlk romanı Yoklar ile Peyami Safa Ödülü kazandı. Sonra romanlar art arda geldi. Zincir (Türk Kültür Vakfı Roman Ödülü), Acı Su, Sultan / Köln’de Bir Kız, Gurbet Ölümleri (Türkiye Yazarlar Birliği 1984 Yılı Roman Ödülü), Beyler Aman, Dönüş, Bir Aşk, Bir Kurşun ve Ötesi...

Yeni eseri Sır Kâtibi postmodern biyografik roman.

(Postmodernizm: Postmodern vasfını alan edebiyat eserlerinde şu özellikler esastır: 1. Belirsizlik... 2. Fragmentleştirilmiş olmak. Her ayrıntıyı ayrı ayrı canlandırmak... 3. Realite dışı olmak... 4. Tasarıdan uzak durmak... 5. Alegorik ve ironik tavır almak... 6. Deforme etmek, şekli değiştirmek, şekilsizleştirmek... 7. Melezleştirmek... 8. Tür değiştirerek yeniden kurmak. / Dünya edebiyatında Wirginia Woolf, James Joyce, Cabrera İnfante, Erica Yung, Octavio Paz postmodern edebiyat içinde gösterilirler. “Edebiyatımızda Terimler” kitabımızdan.)

***

Sır Kâtibi’nda olaylar 17. yüzyıl Osmanlı Türkiye’sinde geçiyor.

Hasan Kayıhan ele aldığı konular itibariyle dünde bugünü, bugünde dünü yansıtıyor. Adım adım gerilemeye giderek dağılmaya yüz tutan yönetim ve demografik yapı çarpıcı biçimde romanlaştırılmış.

O günkü İstanbul’un hemen yanı başındaki Sarıyar (Sarıyer) köyünün bir mahallesinde yaşayan balıkçı Rum, zanaatkâr Ermeni ve bahçeci Arnavut halkın kendi aralarındaki dayanışması, daha çok hayvancılık yapan Türklerin sosyal ve ticarî hayattan dışlanmaları, Pangaltı Yahudilerinin İstanbul’un para ticaretini tekellerinde tutmaları, devlet idaresindeki şahısları doyurarak imtiyaz elde etmeleri günümüzde de görülen bir gerçek.

Müslüman halkı, dini çarpıtan yobazların kandırışlarının, eğitim sisteminin ilmîlikten uzaklaştırılarak din eksenine çekilmesinin çarpıcı örneklerini okurken, bugünle nasıl örtüştüğünü görüyor, artık varacağımız yeri tahmin ediyor ve irkiliyorsunuz!

Millet ve milliyetçilik, 1789 Fransız İhtilâli sonrasının sosyolojik kavramları olsa da romanda bu olgunun kavim ve topluluk isimleriyle karşımıza çıkışını bütün açıklığıyla görüyorsunuz:

“O zamanlar altmış hane olan köyümüzde biz Türkler yirmi haneydik. Yirmi de kopiller. Moturoflarla Femiçler onar hane. Birkaçı hariç, biz Türklerin evleri Sarıyar’dan gelip Kavak’a uzanan yolun üst tarafında, kâh o kâh bu yamaca öylesine ilişivermiştir; üstelik hemen hepsi koyun ağıllarının, sığır damlarının arasında, samanlı kara çamurdan kesilmiş kargacık burgacık kerpiç evler iken, deniz tarafındaki Ermeni evleri geniş avlular içinde kesme taş duvarlı, kiremit çatılı, düzgünce sıralanmış hâldeydiler ki orada gece gündüz hızar sesleri duyulurdu. Rum evleri dersen iki dalyan arasında, denize nazır. Hepsinin önünde birer tekne, kayık, çektiri...”

(Türk çocukları, Rum erkek çocuklarını “kopil”, Ermeni erkek çocuklarını “moturof”, Arnavut çocuklarını ise “femiç” diye adlandırırlardı.)

Bu durum romanın Edirne safhasında geçen karşılıklı konuşmada çok daha açık veriliyor:

“Kargacık burgacık sokaklarda lağım sularının üzerinden seke seke aşağıya doğru sallandık.

-Burası Ermeni mahallesi, dedi Tilo, “Yan taraftaki Rumların. Yahudilerinki şu tarafta. Her türlü millet var burada. O yüzden havası, suyu kadar eğlencesi de hoş bir yerdir Edirne.”

Az sonra yukarıdan aşağıya uzanıp giden kapalı çarşıya girdik. Henüz erken olmasına rağmen dükkânlar açılmış, esnaf harıl harıl işe koyulmuştu.

-Burası Muradhan Bedesteni’dir, dedi büyüklüğünü belirtmek için kolunu başının üzerinde şöyle bir döndürerek, “Kubbeleri mavi kurşunla kaplıdır. Osmanlı memleketlerinin bütün altın ve kıymetli kumaşları buradaki üç yüz demir kasada saklanır. O yüzden burayı geceleri altmış bekçi korur.

Sesini alçaltarak:

-Gerçi giyimlerinden anlamışsındır da şu gördüğün adamların tümü Yahudi’dir.

Şaşırdım.

-E, diğerleri nerede?

-Rumlar ya sirkeci ya şarapçı, Ermeniler peynirci ya da kasap, Bulgarlar ise yırtımcıdır.

-Ya Türkler?

Tilo güldü:

-Onlar arka taraftaki bayırda oturur, çift sürer, çobanlık yaparlar.

Gülmesi kanıma dokundu. Hani Selmebe kızınca, Müslüman oldular diye devşirmeye, dönmeye Türk’ün iliğini kemiğini, Osman Gazi’nin mülkünü sömürtüyorlar der, vezire mezire hatta padişaha bile söverdi ya, hatırlayınca, vay Selmebem, dedim içimden, Edirne’de bile haklı çıktın bak!..”

***

Romanda Osmanlı’da ilim dışı yönelişlerin yanında Batı dünyasında başlayan sorgulamalar ve gelişmeler akıcı diyaloglarla veriliyor, genç medrese öğrencisinin akıl yürütmeleriyle gözler önüne seriliyor.

Romanda edebî zevk almak esastır. Sır Kâtibi, hem öğretiyor hem düşündürüyor hem edebî zevk veriyor.

Okumak lâzım.

Yazarın Diğer Yazıları