Türkiye ekonomisinin 2025 yılına girerken karşı karşıya kaldığı en çarpıcı mali gerçeklerden biri, kamu borçlanmasında faiz ödemelerinin anapara ödemelerinin önüne geçmesidir. Bu gelişme, yalnızca teknik bir bütçe göstergesi olmanın ötesinde, Türkiye’nin mali disiplini, kamu borç yönetimi ve ekonomik sürdürülebilirliği açısından ciddi riskler barındırmaktadır.

Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre, 2025 yılının Ocak-Nisan döneminde merkezi yönetim 397 milyar TL tutarında iç borç anapara ödemesi yaparken, aynı dönemde faiz ödemeleri 724,6 milyar TL’ye ulaşmıştır. Bu fark, borçlanma maliyetlerinin ne denli dramatik biçimde arttığını açıkça ortaya koymaktadır. Sadece Nisan ayında iç borç faiz ödemesi için 236,3 milyar TL kaynak ayrılmış, bu da aylık vergi gelirlerinin yaklaşık %30’una denk gelmiştir. Üstelik Hazine’nin aynı ay içinde 230 milyar TL daha faiz ödemesi planlaması, yükün artarak devam ettiğini göstermektedir.

Bu durum, Türkiye’nin yeniden 1990’lı yılların “faiz sarmalı”na döndüğü yönündeki kaygıları artırmaktadır. O yıllarda da kamu finansmanı büyük ölçüde borçla çevriliyor ve faiz ödemeleri bütçenin en büyük kalemi haline geliyordu. Bugün gelinen noktada, faiz yükünün bu denli artmasının ardında üç temel faktör bulunmaktadır: yüksek enflasyon ortamı, artan risk primi ve iç borçlanmanın kompozisyonunda kısa vadeli ve yüksek faizli senetlerin ağırlık kazanması.

İç borç faizlerinin bu denli yükselmesinde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın politika faizlerini %50’ye çıkarması belirleyici rol oynamıştır. Faizlerin yükselmesi, kamu borçlanmasının maliyetini doğrudan artırmakta; vadesi dolan tahvillerin yeni, daha yüksek faizlerle çevrilmesi gerekliliği borç yükünü geometrik olarak şişirmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin CDS (kredi risk primi) seviyesinin halen gelişmekte olan ülkelere kıyasla yüksek seyretmesi, yatırımcıların Hazine kağıtlarına talep ederken daha yüksek getiri istemesine yol açmaktadır.

Bu tablo aynı zamanda mali disiplinsizlik sinyalleri de vermektedir. Kamu harcamalarının kontrol altına alınmaması, faiz dışı bütçe açığının büyümesine neden olmakta ve yeni borçlanma ihtiyacını körüklemektedir. Bu da Türkiye’yi döngüsel bir borç-faiz tuzağına doğru sürüklemektedir. Bir ülkenin borcunu çevirmek için ödediği faizin, anaparanın üstüne çıkması, borcun “sürdürülebilir” değil, “kısır döngü” haline geldiğinin göstergesidir.

Daha vahim olan ise bu kaynakların toplumun refahını artıracak üretken alanlara değil, geçmiş borçların faizine harcanıyor olmasıdır. Eğitim, sağlık, altyapı gibi kalkınma hedeflerine yönlendirilebilecek yüz milyarlarca liralık kaynak, faiz ödemelerine gitmekte; bu da büyüme potansiyelini törpülemektedir. Aynı zamanda gelir dağılımında da bozulmayı derinleştirmektedir çünkü borçlanmanın getirisinden en fazla yararlanan kesim, büyük sermaye sahipleri olmaktadır.

Bu bağlamda hükümetin acil yapısal reformlara yönelmesi gerekmektedir. İlk olarak borçlanmanın vade yapısının uzatılması ve faiz yükünün azaltılması için yatırımcı güveni yeniden inşa edilmelidir. Bu ise ancak öngörülebilir ve şeffaf bir maliye politikasıyla mümkün olabilir. Ayrıca, faiz dışı fazla verilmesi ve kamuda harcama disiplini sağlanması, borç dinamiğinin kontrol altına alınması açısından hayati önemdedir.

Sonuç olarak Türkiye, kamu maliyesinde alarm zillerinin çaldığı bir eşiğe gelmiştir. Faiz ödemelerinin anaparayı geçmesi yalnızca bir teknik gösterge değil, aynı zamanda yapısal sorunların derinleştiğinin açık bir sinyalidir. Bu sarmaldan çıkış, yalnızca sıkı para politikasıyla değil, aynı zamanda rasyonel, veriye dayalı ve toplum yararına kurgulanmış mali disiplin politikalarıyla mümkündür. Aksi takdirde, her geçen gün artan faiz yükü, sadece bugünün değil gelecek nesillerin de sırtına yıkılmış olacaktır.