Yeni bir koltuk alacaksın…
Amerika’da ya da Avrupa’da yaşayan biri olsan telefonunu açıp artırılmış gerçeklik uygulamasıyla o koltuğu kendi salonuna koyacaksın. Duvar rengiyle uyumuna bakacak, kumaş seçeneklerini bir tıkla deneyecek, siparişi verdiğinde üretim sürecini anlık izleyeceksin.
Türkiye’de iş biraz daha farklı.
Önce Instagram’daki dekorasyon hesaplarını karıştırıyoruz. Sonra mağazaya gidip kumaşa dokunuyoruz, koltuğa oturuyoruz. Satış danışmanına bu renk krem mi, bej mi? diye soruyoruz.
Çıkmadan önce de o meşhur soruyu soruyoruz “Peki kaç taksit yapıyorsunuz?”
Türkiye ile dünyanın mobilya alışverişi arasındaki en temel fark bu aslında…
Dünyada mobilya markaları teknoloji şirketi gibi davranıyorlar. Sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik, karbon ayak izi, geri dönüştürülmüş kumaş… Hepsi pazarlamanın merkezinde.
Bir koltuğun üzerine oturmadan önce onun çevreci olup olmadığını öğreniyorsun. Hangi sertifikalı ağaçtan üretildiğini bile görebiliyorsun. Koltuk bir oturma aracından çıkıp yaşam tarzına, hatta değerler manifestosuna dönüşüyor.
Bizde hikâye başka türlü yazılıyor.
Türkiye’de mobilya pazarlaması hâlâ ilham ve dokunuş üzerine kurulu. Markalar katalog basmak yerine dekorasyon sahneleri yaratıyor. Odalar baştan düzenleniyor ve hayalindeki yaşam alanı diye sunuluyor. Sosyal medyada bu sahneler yağmur gibi yağıyor; gözümüz Instagram karelerinde, Pinterest panolarında.
İşin kalbinde yine fiyat! Tüketicinin kulağındaki ilk soru hâlâ “kaça olur?” Kampanyalar, indirimler, “şimdi al 12 ay öde” mesajları pazarlamanın tam merkezinde.
Bu noktada omni-kanal deneyim farkı ortaya çıkıyor.
Dünyada müşteri showroom’a gitmeden gönül rahatlığıyla sipariş verebiliyor çünkü dijital deneyim gerçeğe neredeyse bire bir yaklaşmış durumda. Bizde ise showroom hâlâ vazgeçilmez. Tüketici önce oturacak, kumaşa dokunacak, rengi ışıkta görecek. Sonra eve gidip internette fiyat karşılaştıracak.
Yani bizde online ve offline iç içe ama birbirinin yerine geçmiyor. Dünya tek tıkla alışırken, Türkiye “önce gör, sonra tıkla” modelinde ilerliyor.
Tüketici psikolojisi de farklı.
Dünyada en çok sorulan soru “Bu ürün benim değerlerime uygun mu?”
İnsanlar sürdürülebilirlik, etik üretim, yaşam tarzı uyumu üzerinden karar veriyor.
Bizde ise çok daha net “Bütçeme uygun mu?”
Küresel tüketici kimlik ve değer odaklı, bizdeki tüketici fiyat ve ödeme kolaylığına bakıyor.
O yüzden global kampanyalarda karbon nötr üretim manşet olurken, Türkiye’de billboard’un tam ortasında “Peşin fiyatına 12 ay taksit.” yazıyor.
Şimdi bir parantez de modülerlik için açalım.
Türkiye’de evler küçülüyor, kiralar artıyor, insanlar daha sık taşınıyor. Böyle bir tabloda tek bir mobilyaya üç farklı işlev yüklemek altın değerinde. Çekmeceli sehpalar, yatak olan kanepeler, ihtiyaca göre şekil değiştiren modüler sistemler… Dolayısıyla kampanyalar “küçük alanlara büyük çözümler” sloganıyla dolup taşıyor.
Türkiye bu noktada dünyadaki minimalist ve fonksiyonel trendi kendi koşullarına uyarlıyor. Fakat üretici için maliyet baskısı büyük. Modülerlik tüketiciye pratiklik sunarken, üreticiye daha fazla hammadde ve işçilik yüklüyor.
Sürdürülebilirlik kısmına gelirsek… Dünyada mobilya pazarlamasının yeni kutsal kitabı bu. Karbon nötr üretim, geri dönüştürülmüş malzeme, çevre dostu lojistik… Avrupa’da bir koltuk satın alırken bunlar artık sorgulanıyor. Bizde ise yolun çok başındayız.
Evet, doğal malzeme, yerli üretim, el işçiliği gibi ifadeler kullanılıyor. Ama bu daha çok pazarlama dili. Henüz ölçülebilir ve denetlenebilir politikalar yaygın sayılmaz. O yüzden dünyada “doğayı koruyorum” söylemi öne çıkarken, biz hâlâ “dayanıklı, şık, uygun fiyatlı” üçgeninde dönüyoruz.
Türkiye’nin bir kozu var o da; hikâye.
Dünyada mobilya daha çok tasarım vizyonu ya da yaşam tarzı üzerinden anlatılıyor. Bizde ise markalar Anadolu’nun zanaatkârlığını, el işçiliğini, yerel malzemeleri ön plana çıkarabiliyor.
Zeytin ağacından yapılmış bir masa ya da geleneksel motiflerle işlenmiş bir dolap, üründen öte kültürel bir anlatıya dönüşüyor. Eğer hikâyeler güçlü bir şekilde işlenirse, Türkiye’nin mobilya markaları global sahnede parlayabilirler.
Tüm mesele yerel hikâyeyi teknoloji ve sürdürülebilirlikle harmanlamak.
Bir yandan artırılmış gerçeklikle koltuğu evimizde göreceğiz, bir yandan onun Anadolu’da işlenmiş bir ağaçtan geldiğini bileceğiz. Gerçek deneyim bu olur. Hem kalbe hem akla hitap eden bir marka.
Dünyada mobilya pazarlaması teknolojiyle geleceğe, bizde ise hikâyeyle geçmişe tutunuyor. İki tarafın da güçlü yanları var. Asıl kazanan iki dünyayı birleştiren olacak.
Belki de bir gün showroom’da kumaşa dokunurken, aynı anda telefonunda artırılmış gerçeklikle o kumaşı salonunda göreceksin. O zaman Türkiye’nin mobilya pazarlaması gerçekten dünya ile aynı masada oturacak.