Koltuk sevdası

Divan Edebiyatı dediğimiz Klâsik Türk Şiiri'nde sosyal hayat pek yoktur. Nâbî'nin (ö. 1712) ifadesiyle şairler "gül, bülbül, kaş, göz, bel, zülüf, dudak" gibi güzellik unsurlarının dışına çıkamamışlardır:

"Baksan ekser sühan-ı şâir-i hâm//Zülf ü sünbül gül ü bülbül mey ü câm//Çıkamaz dâire-i dilberden."

Nâbî elbette doğru söylüyor, lakin şu hakikati de teslim etmek gerekir ki eski şairlerimiz makam-mevki hırsı üzerine çok söz söylemişlerdir. Bunlardan birkaçını bugün sizlerle paylaşmak istiyorum.

Malum, millet olarak biz, yöneticilerde bilgiden ziyade cesaret ararız. Bu yüzden "cahil cesur olur" gereğince idarecilerimiz genellikle âlimlerden değil, cahillerden olmuştur. Bu gerçeği şair şöyle ifade eder:

"Kuvvet-i tâli'e bak istemez istîdâdı//Mansıb-ı devlete nâ-kâbil ü kâbil birdir." (Talihe bak, yöneticilikte liyakat aranmaz, kabiliyetli ile kabiliyetsiz birdir.)

Oysa Esat Muhlis Paşa'nın dediği üzere, altını olduğu gibi makam-mevki sahiplerini de tartacak hassas bir terazi olsa o zaman kim yönetici olmaya layık, kim layık değil ortaya çıkar. Fakat maalesef böyle bir terazi yok elimizde:

"Zer gibi erbâb-ı câh olsaydı muhtâc-ı mehek//Bilinirdi lâyık-ı ser-kâr kim ayyâr kim."

Devlet yöneticiliğinde ilim, irfan, kâbiliyet kısacası liyâkat aranmayınca utanmaz yüz, tükenmez söz ve işitmez kulağa sahip olanlar hep ileri geçerek o makamları işgal etmişlerdir:

"Bu dehr-i pür-taabda nâil-i câh olmağa lâ-büd//Utanmaz yüz tükenmez söz işitmez bir kulak ister." (Lâ-edrî)

"Mansıb" (makam-mevki) redifli bir kaside yazan 16. yüzyıl şairlerimizden Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1600) eleştirinin dozunu biraz arttırarak "Olgunluktan uzak, fakat bayağılığa meyilli isen mansıp sana yakındır" der:

"Eğer kemâle baîd olsan ibtizâle karîb//Yakıncacıkda sana ihtimâldir mansıb"

Olgunlaşmamış, basit kişiler yüksek makamlara gelince, koltuğa güç vermek şöyle dursun, koltuktan güç almaya çalışırlar ki eski dostlarını tanımaz hale gelmeleri veya etrafa afra tafra satmaya kalkmaları onların koltuk sarhoşu olmalarının tabii bir sonucudur:    

"Erbâb-ı devletin görüp evzâın anladım//Râşid, edermiş âdemi sahbâ-yı câh mest." (Makam-mevki sahiplerinin çalımlarını görünce anladım ki insanı koltuk sarhoş edermiş.)

Keşke bu koltuk sarhoşları Nâbî'nin şu sözüne kulak verebilmiş olsalardı:

"Bir gün eyler dest-beste pâygâhı câygâh//Bî-aded mağrûr-ı sadr-ı itibârın görmüşüz." (Biz itibar koltuğunda nice gururla oturanları görmüşüz ki bir gün kapı dibinde, elini bağlayıp duran bir uşak derekesine düşmüşlerdir.)

Ebubekir Sami Paşa ne güzel ifade etmiş:

"Ey olan kâşâne-i nahvette sermest-i gurûr//Bir de fikr et hâk-i zillette humâr-ı mihneti." (Ey kibir sarayında oturan gurur sarhoşu. Bir de zelil topraktaki mihnet sersemliğini düşün.) 

Aslında yeryüzüne ibret gözüyle bakabilsek makamın da mevkiin de, sarayın da saltanatın da boş olduğunu; cihangirlik sembolü "İskender"in yahut ihtişam timsali "Darâ"nın zamanla nasıl toprağa karıştığını görürüz:

"Var fenâ deştin temâşâ et açıp ibret gözün//Nice İskender türâb olmuş nice Dârâ yatır."

Heyhat ki etrafa ibret gözüyle bakabilmek de belli bir olgunluk ister...

***

ACZİMİN GİRYESİ:

Tut ki Süleyman olup bin yıl saltanat sürdün,

Âhir öleceksin, kalmayacak yerin yurdun. (Li-Müellifihî)

 

Yazarın Diğer Yazıları