Rejim bizi karanlığa götürür mü?

Rejim bizi karanlığa götürür mü?

14 ve 28 Mayıs milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimlerinin Türkiye tarihinde ayrı bir yeri olacak. Büyük emekle kazanılan demokrasi, darbelerle ara ara kesintiye uğradı, sonra yine parlamenter rejime, çok partili hayata, kıran kırana seçime dönüştü. Çok bloklu seçimdi ve herkes aldığına razıydı.

Son seçim başka seçim. Türkiye halkını ikiye ayırdı: Birkaç ittifak görünse bile, muvafıklar, muhalifler iki ana blokta toplandı. En tehlikelisi bu.

Türkiye iki bloklu seçime nasıl geldi?

16 Nisan 2017 Pazar günü yapılan halk oylamasıyla anayasa değişikliği kabul edildi. "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" adını verdikleri "tek adam"ı yücelten yönetim sistemine geçişin yolu açılmıştı. Bu kapıyı aralayanların oyu yüzde 51,41 idi.

Bu oran sonraki seçimlerde hemen hemen aynı kaldı. Türkiye artık ikiye ayrıldı.

Yeni rejim 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya başlandı. Demokrasinin öncü yapısı parlamento pasif kalıyor, "tek adam" hemen bütün yetkileri elinde topluyor. "Başkanlık sistemi" desek değil; dünyada örneği olmayan bir rejim.

Türkiye'deki rejimi, cumhuriyetin kuruluşundan beri ayrıntılı inceleyen ünlü Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger (1917-2014), bugünleri görseydi, herhâlde, Türkiye için, "Orta Doğu'nun değişmez kaderini paylaştı" diyecektir.

Kıyaslayın... Orta Doğu'nun hangi ülkesinden farklıyız?! Hemen bütün Orta Doğu devletleri tek adam göstermelik meclislerle yönetilmiyor mı?

Onlarda tek adam çok çok yüksek oy alır, bizde ise oylar yüzde 48/49-yüzde 51/52 sabitlenmiştir.

*

Maurice Duverger'in Siyasi Partiler kitabında ülkemizin geçmiş rejimine dair derin analizi bugünümüze dair bir fikir verecektir:

"Totaliter partilerin plüralist [çok partili sisteme] bir rejim içerisinde de mevcut olabileceklerine yukarıda değinmiştik: Örneğin, günümüzde Fransa ve İtalya'daki Komünist partiler. Şüphesiz, bunların varlığı, plüralizmin yapısını değiştirir ve ona karşı acık bir tehdit meydana getirir; çünkü her totaliter partide, tek parti hâline gelme yolunda doğal bir eğilim vardır. Buna karşılık bazı tek partiler, gerek felsefeleri gerek yapıları bakımından gerçek anlamda totaliter değildir. Bunun en iyi örneğini, 1923'ten 1946'ya kadar Türkiye'de de tek parti olarak faaliyet göstermiş bulunan Cumhuriyet Halk Partisi sağlamaktadır. Bu partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiç bir zaman, Faşist ya da Komünist kardeşleri gibi, bir Tarikat ya da Kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman ya da bir mistik empoze etmemiştir; Kemalist devrim, özü bakımından pragmatiktir. Ödevi, Orta-Doğu uluslarının modernleşmelerini önleyen başlıca engele, yani İslamiyete karşı mücadele ederek, Türkiye'yi 'Batılılaştırmak' olmuştur." (Çev. Ergun Özbudun, Bilgi Yayınevi, 1974, s 359-360)

Burada son cümle üzerinde durmamız gerekiyor. Cümlede Mustafa Kemal Atatürk'ün İslâma karşı bir mücadele başlatmış görüntüsü çıkıyor. Halkı Müslüman olan bir ülkede elbette İslâma karşı tavırdan değil; bir ıslahattan bahsederiz. Burada uzun uzun yazmak gerekir. Dönemle ilgili tartışmalar bilinmiyor değil. Şimdi girmeyelim. Şunu söylemem gerekir: Kitabı tercüme eden Prof. Dr. Ergun Özbudun meseleleri bilen bir akademisyen. Bir not düşmeliydi ve kastedilenin ne olması gerektiğini yazmalıydı.

Maurice Duverger, bahsettiğimiz tartışmalı cümleden sonra şöyle devam eder:

"Partinin yönetici kadrolarının anti-klerikal ve akılcı tutumu, onları açıkça on dokuzuncu yüzyıl Liberalizmine yaklaştırmıştır; milliyetçilikleri bile, 1848'de Avrupa'yı çalkalandırmış olan akımdan pek farklı değildir. Cumhuriyet Halk Partisi'nin tutumu, zaman zaman, Fransız Radikal Sosyalist Partisi'nin altın çağındaki tutumuyla kıyaslanmıştır; böyle bir kıyaslama hiç de saçma değildir. Adının 'Cumhuriyetçi' oluşu bile, bu partiyi, yirminci yüzyılın otoriter rejimlerinden çok, Fransız Devrimine ve on dokuzuncu yüzyıl terminolojisine yaklaştırmaktadır. Konvansiyon örneğine uygun olarak bütün iktidarı Büyük Millet Meclisi'ne veren ve ayrı bir yürütme organı kurmayı reddeden Türk Anayasası da bu benzerliği doğrulamaktadır. Sözü geçen Anayasanın tümü, onda kuvvetle ifade olunan ulusal egemenlik ilkesine dayanır: 'Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.' Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye'de demokrasi savunusu almıştır; bu da, 'halkçı' ya da 'sosyal' diye nitelendirilen 'yeni' bir demokrasi değil, geleneksel siyasal demokrasidir. Parti, yöneticilik hakkını, siyasal elit ya da 'işçi sınıfının öncüsü' olma niteliğinden, yahut da liderinin Tanrı iradesine dayanışından değil, seçimlerde kazandığı çoğunluktan almıştır." (s. 360)

Maurice Duverger, burada herkesin aklına gelen "Tek aday var?" sorusuna da cevap veriyor:

"Seçime sadece bir tek adayın katılması dolayısıyla bu çoğunluğun garantilenmiş olması, işin başka bir yönüdür. Bu durum bile, bir ideal olarak değil, geçici ve esef verici bir zorunluluk olarak gösterilmiştir. Türk tek-parti sistemi, hiç bir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmî bir nitelik vermemiş; onu, sınıfsız bir toplumun varlığıyla ya da parlamenter çekişmeleri ve liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden dolayı daima rahatsızlık, hatta utanç duymuştur. Türk tek partisi, bir suçlu vicdanına sahip olmuş ve bu noktada, kendilerini taklit edilmesi gerekli modeller olarak gösteren Faşist ya da Komünist kardeşlerinden ayrılmıştır. Parti liderlerinin gözünde tekel, Türkiye'deki özel siyasal durumun bir sonucu olmuş ve çok-partili sistem ideal olmakta devam etmiştir. Kemal [Mustafa Kemal Atatürk], çeşitli fırsatlarda bu tekele bir son vermeye çalışmıştır ki, bu olgu tek başına bile derin bir anlam taşımaktadır. Hitler Almanya'sında ya da Mussolini İtalya'sında böyle bir şey düşünülemezdi." (s. 360)

Maurice Duverger'in, "Kemal, çeşitli fırsatlarda bu tekele bir son vermeye çalışmıştır ki, bu olgu tek başına bile derin bir anlam taşımaktadır." demesi, Mustafa Kemal'in, Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber 15 yıllık iktidarı döneminde, kendi arkadaşlarına kurdurduğu ve sonra kapattırdığı 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı, 1930'da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kastediyor. Sonraki satırlarda parti kurdurma meselesine de giriyor.

Şunu da hatırlatmak isterim: O dönem bugünle kıyaslayarak bir neticeye varılmaz. Dünyada idarî şartlar çok farklıydı ve bu farklılıkta Türkiye, ister istemez arayış içindeydi. Tekli yönetimden, çoklu yönetime geçiş, öyle kolay değildi; sancılıydı. Ve neticede geçildi.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, 16 Nisan 2017 referandumuyla yeni rejimin kapısının aralanması, "demokrasi"nin ne pekişmesi ne de yeni safhası olarak görülebilir.

Tarikat/cemaat dayanaklı, tek adam ululaması bir rejim. Dediğim gibi Orta Doğu ülkelerinin çokluğunda görülen, "otorite" rejimi. Ne yazık ki bu rejim, derleyici, kucaklayıcı değil, dışlayıcı, düşmanlaştırıcı bir rejim.

(Yarın devam)

Yazarın Diğer Yazıları