Soma’da madenci olmak...

Soma’da madenci olmak...
13 Mayıs 2014'te Manisa'nın Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan madencilik kazası, Soma Faciası olarak belleklerde kaldı. Facia, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçti. 7. yıl dönümünde facia kurbanı madencileri rahmet ve saygıyla anıyoruz...

Servan Altıkanat''ın Soma faciasının 7 yılı nedeniyle kaleme aldığı yazısı; 

Bekir, tıpkı babası gibi bir madenciydi. Dünyalar tatlısı iki kız çocuğu ve eşiyle birlikte yaşadığı Soma’da, bir maden ocağında çalışıyordu. Babasını Zonguldak’ta, maden ocağında bir grizu patlamasında yitirmişti.

Madencilik, Bekir’in sevdiği bir iş değildi. Ama onun Manisa şartlarında, ülke şartlarında, sevmediği bir işi bırakmak gibi bir lüksü yoktu. Zira geçindirmek mecburiyetinde olduğu bir ailesi vardı. Ülke şartları içler acısıydı. Yoksulluk, işsizlik diz boyu idi. Ülkede, karpuz dilimle, ayçiçek yağı bardakla satılıyordu. Devlet, kamyonlara yüklediği patates ve soğanları vatandaşlarına dağıtıyordu. Askıda ekmek dahi vardı...

Kimi babalar ekonomik sıkıntıdan, geçinememenin yarattığı bunalımdan ötürü bedenini ateşe veriyordu. Bebeğini komşusuna bırakıp intihar eden anne ve babalar dahi vardı. Gelin görün ki; ülkenin bakanı “Aşırı yoksulluk bitti” diyor, ülkenin milletvekillerinden biri ise, “Kuru ekmek yiyorsanız, aç değilsiniz” diyordu.

Ülkesini saraydan yöneten başkan ise, bindiği otobüsten vatandaşların kafalarına kafalarına çay atıyordu. “Ekmek bulamıyorsanız, çay için!” dercesine...

Bekir böyle bir ülkede yaşıyordu. Hayat ona hiçbir zaman gülmemişti. Zorluklar, sıkıntılar sanki onun gölgesiydi, ondan hiç ayrılmıyordu. Ailesini güç bela geçindiren Bekir, çocuklarının yarınlarını da kendisine hayli dert ediniyordu. Çocuklarının okuyup iyi bir iş sahibi olmalarını, rahat bir yaşam sürmelerini, tıpkı kendisi gibi çile içinde, yokluk içinde ömürlerini tüketmemelerini diliyordu. Bazen kendi kendine, “Ya bana bir şey olursa?” diyordu.

“Bu çocukcağızlar bir başlarına analarıyla ne yaparlar? Bir sabah, madene gitmek için çıktığım eve, akşamleyin cenazem gelirse, bu masumların hali nice olur?Kim onlara bakar?”

Bir defasında Bekir’in çalıştığı madende, gece vakti 5 işçi göçüğün altında kalmış, yaşamını yitirmişti. Birkaç defa ise maden ocağını su basmıştı. Ölen işçiler olmuştu...

Maden ocağında işçilerin çeşitli şikayetleri ve talepleri vardı ama, patronları bu şikayetlere ve taleplere hiç aldırış etmiyordu. Patron, çok gaddardı. Merhamet, onda bulunmayan şeylerden biriydi.

İşçilerin yemeklerini bile, madende yemelerini buyurmuştu. Çünkü, yemek için yerin metrelerce altından yukarı çıkmak zaman kaybıydı. İşçiler o süreyi, çalışarak geçirebilirlerdi. İşçiler, çok çalışmalılardı ve can güvenlikleri dahil hiçbir şeyi sorun etmemelilerdi. Patron, sırtından parasına para kattığı işçinin, insani şartlarda çalışma isteğine gözlerini yummuştu. ‘İş sağlığı ve güvenliği’ni kârını azaltacak bir şey olarak görüyordu. Olmasa da olurdu.

Devletin denetimi ise, oldukça sembolikti. Teftiş için gelen görevliler, madene bile inmeden ayaküstü işlerini yapar, giderlerdi.

Hal böyle olunca, felaket kaçınılmaz oldu. Mayısın ortalarıydı. Bir öğlen vakti, madende patlama yaşandı. Bekir patlama esnasında; ne tesadüftür, ne şanstır ki, ocakta değildi. Tuvalet ihtiyacını gidermek için yukarı çıkmış, çıkmışken de, kızlarının sesini duymak için telefona sarılmıştı. Patlama sesiyle bir an irkilen Bekir ve birkaç çalışma arkadaşı, ocağa doğru hareketlendi. Bağırış çağırışlar madenden çıkan dumana karışmış, endişe ve şaşkınlık hisleri Bekir’i esir almıştı.

Bekir, hiç tereddüt etmeden madene girdi. Kurtarabildiği kadar insanı kurtarmak istiyordu. Ölümü göze alarak... Tehlikeye kafa tutarak... Nitekim, ocağın ağzına yakın kısımdaki bir arkadaşını dışarıya çıkarmayı başardı. İkincisini kurtarmak için tekrar madene girdi. Bir an, Bekir’in gözlerinin önünden kızları geçti. Durakladı. “Ya bana bir şey olursa, kızlarım ne yapar?” diye düşündü. Ama bu duraklayış çok uzun sürmedi. Zira arkadaşlarının da, tıpkı kendisinin olduğu gibi, evde bekleyen çocuklarının, eşlerinin olduğu gerçeği aklına geldi.

Bekir, ikinci arkadaşını çıkarırken dumana maruz kalmıştı. Bu yüzden, maden ocağına akın eden ambulanslardan birinde, küçük bir tedavi gördü. Sedyeye uzanırken, ambulans çalışanına şöyle dedi: “Çizmem sedyeyi kirletmesin!” Ambulans çalışanı, onun bu ifadeleri karşısında ne diyeceğini şaşırmıştı.

Patlamayı haber alan madenci yakınları olay yerine intikal etmişti. Yaşlı gözleri ve hüzünlü bekleyişleri ile ocağın çevresindeydiler.

Kara toprağın altından, kapkara ölü bedenler çıkıyordu. Ölenler arasında, 18 yaşından küçük işçiler dahi vardı. İki hafta önce nişanlanan, beş gün önce çocuk sahibi olan işçiler vardı.

Ne büyük talihsizlik ki; o beş günlük bebek, babasını tanımadan, ona bir kez olsun dokunmadan, bir kez olsun ‘babacığım’ diye seslenmeden büyüyecekti.

İhmallerin yol açtığı facia, 301 insanı hayattan koparmıştı. Yüzlerce eve, acı haber ulaşacaktı. Yüzlerce evde ağıtlar yakılacak, matemler tutulacaktı. Bekir hayattaydı ama, her gün birlikte çalıştığı, dertleştiği, birlikte zamanı paylaştığı insanlar artık hayatta değildi. Ve birileri babasız, oğulsuz, kocasız kalmıştı. Bu yüzden müteessirdi Bekir.

Peki, yarın öbür gün yine madende çalışacak

mıydı? Yine baretini başına geçirip madene inecek miydi? Kuşkusuz inecekti. Zira Bekir ve onun gibi birçok maden işçisi için, eve ekmek götürmek pahasına, ölüm riski

göze alınabilir; eve ekmek götürememek, ölüm riskiyle çalışmaktan daha beter bir şey idi.

Faciadan sonra gözler, devletin tepesine çevrilmişti. Başkan, böyle felaketlerin madenciliğin fıtratında olduğunu söylüyordu.

Sanki vicdanı, o madendeki işçilerle birlikte ölmüştü.

Başkan, şehre geldiğinde protestolarla karşılandı. Protestolar öyle bir noktaya gelmişti ki, korumaları başkanı bir markete sokmak zorunda kaldı. Başkanın müşaviri, bir madenci yakınını yerde tekmelemişti. Ve o müşavir, ayağının incinmesi hasebiyle 1 haftalık iş göremez raporu almıştı... Tekmelenen insanlıktı.

Bekir 1 Mayıs’larda, il merkezinde düzenlenen İşçi Bayramı kutlamalarına katılmak yerine, başta babasının olmak üzere, ölen madenci arkadaşlarının mezarlarını ziyaret ediyordu. Onun için 1 Mayıs, bir bayram değil, kederli günlerden biriydi.

Bekir’in babasının mezar taşında, şairin şu dizeleri yazılıydı:

“Siyah akar Zonguldak’ın deresi

Yüz karası değil, kömür karası

Böyle kazanılır ekmek parası.”