AB’de "özerklik-anadil" taleplerine yer yok...

İki örnek sunarak başlayalım..   “ ‘Kendi ülkelerinde’, ama Flaman bölgesinde yaşayan Valonlar, belediyelerde ve resmi dairelerde anadillerini kullanamıyorlar...”
Bir başkası..
“... yaklaşık 7 milyon kişinin Fransızcanın dışında bir dili konuştuğu Fransa’da, Fransız hükümetinin şartı imzalamasına karşı çıkan Cumhurbaşkanı Chirac, Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Mahkeme, 14 Haziran 1999’da, şartın Fransız Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğü, vatandaşların yasalar önünde eşitliği ve Fransız halkının tekliği gibi temel ilkelere aykırı hükümler içerdiğini vurgulayarak olumsuz bir karar alması üzerine Başbakan Jospin, şartın onanması için anayasa değişikliği yapmak istemişse de, Chirac bu öneriyi de reddetmiştir...”
Avrupa Birliği’nde, şimdi bizim ellere dayatılan “özerklik, iki dilli resmiyet” konularına bakışı aktarıyoruz..
Daha doğrusu biz aktarmıyoruz, yapılan bir akademik değerlendirme-araştırmadan kesitler sunuyoruz..
Araştırmanın sahibi Sibel Özbudun adlı bir hanımefendi. Yazdıklarına itibar edilsin diye kendisinin, Abdullah Öcalan’dan “Önder Apo(!)” diye bahsedecek kadar ileri demokrat bir kişilik olduğunu vurgulayalım.. Sayın Özbudun, belli ki içi acıyarak AB ülkelerindeki durumu yansıtmış, ama çarpıtmadan (sadece kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayarak) olanı biteni yazmış..
İşte Sibel Özbudun’un araştırması..
“1) Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı (BADAŞ-Strasburg, 5 Kasım 1992).
2) Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi (UAKÇS- Strasburg, 1 Kasım 1995).
“Bölgesel ya da azınlık dilleri”ni, “bir devletin sınırları dahilinde belirli bir teritoryada, Devlet nüfusundan sayıca daha az ve o devletin yurttaşı bir grup tarafından geleneksel olarak kullanılan diller” olarak tanımlayan BADAŞ, işe sözleşmenin tanıdığı hakların “göçmenlerin konuştuğu diller” için geçerli olmadığını vurgulamakla başlıyor. Böylelikle, daha ilk andan itibaren, Avrupa topraklarında konuşulan onlarca göçmen dili, şartın sağladığı olanaklardan (anadilde eğitim, dilin resmî kurumlarda kullanılması vb.) dışlanarak, her bir devletin (ya da her bir devletin kendine yonttuğu muğlak bir ‘çokkültürcülük’ söyleminin) insafına terk ediliyor. Hakların devletlerin egemenlik ve teritoryal bütünlüğü dahil olmak üzere, uluslar arası hukuk yükümlülüklerine ters düşecek tarzda yorumlanamayacağının altı çizilerek ‘koruma’nın da bir sınırı’ olduğunu anlatılıyor. Ve bizatihi bu ‘devletin egemenliğinin ihlâl edilemeyeceği’ hükmü, taraf devletlere ‘azınlık dillerini korumak’ adına alacakları önlemleri manipüle etmede eşsiz bir olanak sağlıyor.
İmzacı devletleri, ‘gerçek anlamda çoğulcu ve demokratik bir toplumun ulusal azınlığa mensup her kişinin etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliğine saygı duymakla kalmayıp, bu kimliği ifade etmeleri, korumaları ve geliştirmelerini sağlayacak uygun koşulları sağlamaya’ çağıran UAKÇS ise, onları “ulusal azınlıklara mensup kişilerin asimilasyonunu hedefleyen siyasa ya da pratiklerden ve her türlü ayırımcılıktan kaçınmakla, kültürlerarası hoşgörü ve diyalogu teşvik etmekle, azınlık grubu mensuplarının örgütlenme özgürlüklerini güvence altına almakla, kitle iletişimi ortamında kendilerini ifade etmelerini sağlamaya, anadilinden kaynaklanan haklarını (dili sözlü ve yazılı ortamlarda özgürce kullanma, eğitim, isim verme, yer adları, işaret tabelaları...) kullanmalarını güvenceye almakla... yükümlendirmekte. (Ne ki, bu hükümlere uymayan üye devletler konusunda herhangi bir yaptırım yoktur!) Ve bu sözleşme de, devletlerin egemenlik ve teritoryal bütünlük haklarının altını önemle çizmekte.
Devamı yarın...

Yazarın Diğer Yazıları