Son günlerde “barış ve kardeşlik süreci” olarak adlandırılan yeni dönemin neden bu kadar hızlı ilerletilmek istendiğine dair siyasi kulislerde ilginç iddialar konuşuluyor. Bu iddiaların merkezinde tek bir isim ve tek bir gerçek var: Abdullah Öcalan hâlâ hayattayken, sürecin mümkün olduğunca tek bir otoriteyle, tek bir muhatapla ve tek bir merkezden yönetilmek istenmesi.
Peki gerçekten de bu acele neden? Devlet, yıllardır çözemediği bir meseleyi neden şimdi, hem de böylesine kırılgan bir zemin üzerinde, böylesine tartışmalı bir figür üzerinden çözmek istiyor olabilir? Yoksa asıl korku, bu işin Öcalan’dan sonraya kalması hâlinde kontrol edilemeyecek kadar parçalı, karmaşık ve dağınık bir yapıyla muhatap olmak zorunda kalmak mı?
Bugün masada –resmen kabul edilsin ya da edilmesin– bir şekilde İmralı’daki isim var. Çünkü hâlâ, hem örgüt üzerindeki sembolik gücü hem de Kürt siyasi hareketi içindeki merkezi pozisyonu nedeniyle “tekleştirici” bir etkisinin olduğu düşünülüyor. Yani bir karar alınacaksa, bir çağrı yapılacaksa, büyük oranda buna uyulacağı varsayılıyor. İşte acele tam da burada devreye giriyor.
Eğer bu süreç Öcalan hayattayken başlatılmaz ve sonuçlandırılmazsa ne olur?
O zaman muhatap kim olur? Kandil’deki askeri yapı mı? Avrupa’daki sürgün kadrolar mı? Suriye’nin kuzeyindeki özerk yapılanma mı? Türkiye içindeki siyasi uzantılar mı? Yoksa bunların her biri ayrı bir masaya, ayrı bir talep listesiyle mi oturur?
Bugün bile Kürt siyasi hareketi içinde tam bir birlik olduğu söylenemezken, Öcalan sonrasında bu hareketin “tek bir liderlik” etrafında toplanacağına dair inancı hangi somut gelişme destekliyor? Aksine, geçmiş örnekler şunu gösteriyor: Güç merkezileşir gibi görünürken bile, perde arkasında bölünmeler, ayrışmalar, fikir çatışmaları derinleşir.
Mesela Kandil cephesi. Bazı isimler silahlı mücadeleye daha mesafeli yaklaşırken, bazıları bunu hâlâ bir “zorunluluk” olarak görüyor. Kimi “demokratik özerklik” derken, kimi açıkça “bağımsızlık” ifadesini telaffuz edebiliyor. Avrupa’daki yapılanmalar ise daha çok uluslararası kamuoyuna dönük hak ve statü söylemini öne çıkartıyor. Suriye kolu ise fiilen kurduğu yapının güvence altına alınmasını, tanınmasını ve korunmasını öncelikli talep hâline getirmiş durumda.
Peki, yarın muhataplar çoğalırsa ne olacak? Devlet hangi taleple müzakere edecek? Kimin dediği “esas” kabul edilecek? Kimin imzası bağlayıcı olacak?
Bugün bir çağrıyla örgüt üzerinde etki kurulabildiği iddia edilirken, yarın beş farklı merkez “Biz o kararı tanımıyoruz” dediğinde ne olacak? Toplumun önüne yeniden “sabotaj”, “provokasyon”, “kontrol dışı unsurlar” söylemi mi sürülecek?
Asıl soru şu: Bu sürecin aceleye getirilmesinin nedeni gerçekten “barış” mı, yoksa “kontrol edilebilir muhatap” avantajının kaybolacak olması korkusu mu?
Devlet açısından bakıldığında bu aceleyi anlamak mümkün. Çünkü muhatap sayısı arttıkça risk büyür. Risk büyüdükçe toplumsal tepki, siyasi maliyet ve güvenlik zaafı artar. Bugün tek bir isimle yürüyen bir temasın yarın onlarca farklı klikle, fraksiyonla ve yapı ile yürütülmek zorunda kalınacağı düşüncesi, siyaset koridorlarında ciddi bir endişe kaynağı olabilir.
Peki ya toplum açısından? Toplum bu aceleyi nasıl okumalı? “Barış hemen gelsin” diye düşünen milyonlar ile “Yine yarım kalacak bir süreç mi?” diye kaygı duyan milyonlar aynı cümlede buluşabiliyor mu? Geçmişte yaşanan hayal kırıklıkları, bugün atılan adımların samimiyetini sorgulatmıyor mu?
Ve başka bir soru daha: Eğer gerçekten de hedef kalıcı bir barış ise, bunun kişilere bağlı bir zeminde inşa edilmesi ne kadar sağlıklı? Bir kişinin varlığına veya yokluğuna göre şekillenen bir çözüm ne kadar sürdürülebilir olabilir? Yarın o kişi olmadığı zaman, bugün atılan imzaların, verilen sözlerin ve yapılan mutabakatların garantörü kim olacak?
Kulislerde konuşulan bir başka iddia da şu: Bu süreç biraz da “son fırsat” olarak görülüyor. Hem devlet hem hareket açısından “şimdi olmazsa bir daha asla” hissi var. Ama tarih bize şunu gösterdi: Aceleyle başlatılan, toplumsal mutabakatı tam oluşturulmayan ve şeffaf yürütülmeyen her süreç, yarım kalmaya ve daha büyük kırılmalara yol açmaya mahkûm.
O zaman asıl mesele şu değil mi? Gerçekten barış mı isteniyor, yoksa ileride daha zor olacak bir ihtimalden kaçınılmak mı? Şartlar uygun diye mi bu düğmeye basılıyor, yoksa saat dolduğu için mi?
Ve en can alıcı soru: Barış, bir kişinin ömrüne ve bir yapının geçici gücüne mi bağlanacak, yoksa halklar arasında kalıcı bir sözleşmeye mi dönüşecek?
Eğer yarın farklı isimler, farklı taleplerle ortaya çıkarsa, “Biz bunu kabul etmiyoruz” derse, “Bize bu sorulmadı” diye itiraz ederse, devlet kime kulak verecek? Hangisine “meşru muhatap” diyecek?
Bugün hızla atılan adımların altında yatan asıl motivasyon; barış umudu mu, yoksa yarın karşılaşılacak daha büyük bir karmaşadan duyulan korku mu?
Ve artık soruyu dolandırmadan, tüm sertliğiyle soralım:
Bu süreç gerçekten halkın barışı için mi yürütülüyor, yoksa ileride ortaya çıkacak yeni liderlerin, yeni fraksiyonların ve birbirinden tamamen farklı taleplerin önünü şimdiden kesmek için mi bu kadar hızlandırılıyor?
Eğer amaç yalnızca “bugün işimizi kolaylaştıralım” düşüncesiyse, yarın bu topraklara çok daha ağır bir bedel ödetilmeyecek mi?
Ve en sert haliyle: Bu bir barış süreci mi, yoksa Öcalan hayattayken “dosyayı kapatma” telaşı mı?
Barış; bir kişinin hayatına, bir dönemin siyasi hesaplarına ve bir iktidarın korkularına mı sıkıştırılacak,
yoksa halkın iradesine, toplumsal adalete ve gerçek, kalıcı bir yüzleşmeye mi dayanacak?
Asıl cevap verilmemesi için kaçınılan soru da tam olarak bu değil mi?