Mansur Yavaş hakkında verilen soruşturma izni kararı, Türkiye’de kamu hukukunun teoride nasıl işlediğiyle, pratikte nasıl algılandığı arasındaki mesafeyi yeniden tartışmaya açtı. Fakat bu tartışmanın merkezine her zamanki gibi kişileri değil, hukuk tekniğinin kendisini - ve daha da önemlisi, teknik metinlerin uygulayıcı eliyle nasıl dönüştüğünü - koymak gerekiyor. Çünkü mesele bir kişinin aklanması ya da yıpranması değil; karar mekanizmalarının hangi reflekslerle çalıştığı.
Hukuk teknik olarak ne diyor?
Belediye başkanları hakkında soruşturma izni verilmesi, hukuk tekniği açısından oldukça nötr bir işlem. İdari mercinin, kamu görevlisinin görevle bağlantılı eylemlerinin soruşturulabilir olup olmadığını değerlendirmesi, demokratik ülkelerde olağan bir prosedür.
Peki gerçekten öyle mi?
Burada doğal olarak şu sorular akla geliyor:
– Aynı işlem, farklı dönemlerde neden farklı hızlarda işleme alınır?
– Bir idari izin mekanizması, nasıl olur da bir dönem “koruyucu kalkan”, başka bir dönem “hedef alma aracı” gibi işlev görebilir?
– Hukuk metni aynı kaldığına göre değişen ne oluyor?
Soruların cevabı metinde değil, uygulayıcıda saklı. Hukuk teknik olarak sabit dururken, uygulayıcıların yorum gücü olayları bambaşka bir çerçeveye taşıyabiliyor.
Yavaş özelinde sözde değil, fiiliyatta ne yaşanıyor?
Şimdi gelelim Yavaş meselesine. Soruşturma izninin verilmesi, hukuken yalnızca bir prosedür adımı. Bu adımın kendisi, ne suç işlediği anlamına gelir ne de kamu zararına yol açıldığına dair peşin hüküm kurar.
Ama şu soruyu sormak kaçınılmaz:
– Neden aynı iznin bazı şehirlerde yıllarca bekletildiği, bazı şehirlerde ise jet hızıyla işleme alındığı dönemlere tanık olduk?
Gerçekten de, Ankara dışında pek çok büyükşehirde kamu kaynaklarının kullanımına dair tartışmalar yıllarca havada asılı kaldı. Belgelerin kaybolduğu, soruşturmaların “zamana yayılarak” etkisizleştirildiği, dosyaların “gereği yapılmak üzere” ilgili kurumlara gönderilip sessizliğe gömüldüğü örnekleri hepimiz hatırlıyoruz.
O dönemlerde kimse “bu işlem neden bu kadar yavaş?” diye sormuyor muydu?
Soruyordu elbette ama sistem kulaklarını tıkamıştı.
Peki bugün, hukuki sürecin işlediği iddia edildiğinde kamuoyunun aklına ilk gelen neden hâlâ hukuk tekniği değil de niyet sorgulaması oluyor?
Belki de sorun kişilerde değil; sürecin, kişilere göre hızlanıp yavaşlama alışkanlığında.
Yavaş’ın imajı neden zedelenmedi? Asıl soru bu mu?
Yavaş’ın soruşturma izni kararından sonra kamuoyu güvenilirliğinin belirgin biçimde düşmemesi üzerine birçok yorum yapıldı.
Fakat asıl soruyu şöyle sormak gerekmez mi?
– İnsanlar Yavaş’a mı güveniyor, yoksa hukuk mekanizmasının tarafsızlığından mı artık kuşku duyuyor?
– Güvenilen kişi mi yoksa güvenilmeyen sistem mi?
İronik olan şu ki, kamuoyunun “yine mi?” tepkisi, Yavaş’ı savunmak anlamına değil, geçmişte yaşananların bugün hâlâ belirleyici olduğuna işaret ediyor.
Ankara’nın Yavaş’tan önceki döneminde oluşmuş cezasızlık algısı, bugün atılan her adımı otomatik olarak şüphe süzgecinden geçiren bir refleks yaratmış durumda. Bu durum Ankara’ya özgü de değil; başka büyük kentlerde de kamuoyunun benzer refleksler geliştirdiğini görüyoruz.
Bugün bir soruşturma izni haberi geldiğinde toplum neden önce iddiayı değil, kararı veren mekanizmayı sorguluyor?
Bu da önemli bir soru.
Cezasızlık algısı bir şehir sorunu değil, bir sistem alışkanlığı
Türkiye’nin pek çok şehrinde kamu yönetimi yıllarca adeta “kendiliğinden aklanan” bir yapıya sahipti.
Bazı dönemlerde, hangi ihalenin kimlere gittiği, hangi harcamanın nasıl yapıldığı, hangi projenin neden üç katına çıktığı kimsenin merak etmediği değil, merak ettiği halde bir sonuca ulaşamadığı bir alana dönüşmüştü.
Sorulması gerekenler şunlar değil mi?
– Bu şehirlerde yapılan devasa harcamalar neden yıllarca raporlara yansıtılamadı?
– Bazı yöneticiler hakkında neden hiçbir zaman soruşturma açılmadı?
– Açıldığında neden sonuç alınamadı?
– Aynı teknik mekanizma, neden bazı kişilere “kalkan”, bazılarına “değnek” işlevi görebildi?
Sanki hukuki süreçlerden çok, süreci elinde tutanların tutumları belirleyici olmamış mıydı?
Bu soruların cevabı, tek tek kişilerin davranışlarında değil; kurumsal hafızanın nasıl şekillendirildiğinde yatıyor.
Bir belediye başkanı değil, bir ülkenin niyet okuma yorgunluğu
Bugün yaşanan tartışma, Yavaş’ın doğru ya da yanlış yapıp yapmadığından bağımsız olarak, toplumun artık karar mekanizmalarının niyetini okuma zorunluluğu hissetmesinin yarattığı yorgunluğu gösteriyor.
Bir kararın teknik doğruluğu değil, arkasındaki olası siyasi motivasyon, toplumun ilk sorduğu şey haline geldiyse burada kişileri aşan bir sorun var demektir.
O halde bir kez daha soralım:
– Bir ülkede sorgulama yeteneği gelişmiş olduğu için mi herkes her kararı sorguluyor, yoksa sistem uzun yıllardır bu sorgulamayı mecbur kıldığı için mi?
– Ve daha önemlisi: Hukuk metinlerine duyulan saygı mı azaldı, yoksa metinlerin eşit uygulanacağına olan inanç mı?
Asıl hikâye yavaş’ta değil, uygulama gücünde
Bugünkü tartışma Yavaş’ın şahsiyeti üzerinden değil, sistemin hafızası üzerinden yürümeli. Yavaş’ın kamuoyu desteğinin sarsılmamasının nedeni “yüksek güvenilirliği” kadar, Türkiye’de hukuki süreçlerin eşit ve tarafsız işlemesi konusundaki tarihsel güvensizliktir.
Belki de asıl soruyu en sona saklamak gerek:
– Eğer toplum, kişilerin değil mekanizmaların belirleyici olduğuna gerçekten inansaydı, bugün yaşadığımız tartışmalar aynı yoğunlukta olur muydu?
Ankara’nın, başka şehirlerin ve uzun yılların biriktirdiği hafıza bize fısıldıyor:
“Kişiler değişir, metinler değişmez, ama metinleri uygulayanların tarzı her şeyi değiştirir.”
Ve belki de bu yüzden, soruşturma izni haberinin ardından tartışılan Mansur Yavaş değil; hukuk tekniğinin, uygulayıcıların elinde nasıl yeniden şekillendiğidir.