Türkiye’nin nüfusu uzun süredir yavaşlıyor, yaşlanıyor ve artık kendini yenileme sınırının da altına düşmüş durumda. 2016’da yüzde 2,11 olan yenilenme oranı 2024’te 1,47 seviyesine geriledi. İstatistiği kaba bir ifadeyle özetlersek: İki kişi hayattan çekilirken, yerlerine iki kişi bile gelmiyor.
Peki neden?
Bu düşüş yalnızca “şehirleşme” ya da “modernleşme” ile açıklanabilir bir trend değil artık. Türkiye’nin demografik sıkışmasının arka planında çok daha derin, bölgesel, sosyolojik ve siyasal nedenler var.

Kırsalın içgüdüsel denge arayışı vs. kentin rasyonel geleceksizliği

İlk olarak şunu teslim etmek gerek: Türkiye’deki bölgesel farklar yeni değil.
Şanlıurfa gibi doğu ve güneydoğu illerinin yüksek doğurganlığı ile Eskişehir veya İzmir gibi şehirlerin düşük oranları yıllardır bilinen bir tablo. Fakat bu farkın arkasındaki motivasyon aynı kalmadı.

Kırsalda hâlâ güçlü biçimde işleyen bir “demografik denge içgüdüsü” var.
Aile, kendini hayatta tutan bir birim; iş gücü, sosyal güvenlik, ekonomik dayanışma ve hatta yerel güç ilişkileri için çocuk hâlâ kritik bir rol oynuyor.
Bu yüzden kırsal bölgelerde çocuk sayısının azalması hem daha yavaş hem de daha yumuşak gerçekleşiyor.

Kentte ise durum tamamen farklı. Eğitim arttıkça, kadın istihdamı yükseldikçe, gelir seviyesi iyileştikçe çocuk sayısının düşmesi aslında beklenen bir trend. Ama Türkiye’nin kentli ve eğitimli sınıfının bugün yaşadığı şey bunun çok ötesinde:
Bu insanlar çocuk yapmıyor değil; daha fazlasını yapmakta artık hiçbir rasyonel umut görmüyor.

“Bakabileceğin kadar çocuk” standardı artık daha aşağıda

2000’lerin ortasında orta sınıf bir aile için “iki çocuk” makul bir standarttı.
Bugün aynı aileler, artan kira yükü, eğitim maliyetleri ve güvencesiz çalışma koşullarında bir çocuğu bile zor taşıyor.

Demografik verilere bakan çoğu kişi, genç ve eğitimli kesimin daha az çocuk yaptığını görüyor; ama verilere bakarken şu kritik noktayı atlıyor:
Bu ailelerin bakabileceği çocuk kapasitesi daraldı. Geleneksel 2+1 idealinin yerine, çoğu aile “1 çocuğa bile tam bakabilir miyiz?” sorusunu soruyor.

Bu sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir eşik. Çünkü bugün kentli ebeveynin sırtındaki yük; geçim derdinin ötesinde, çocuğunu geleceğe hazırlama kaygısı.

Gençlik umutsuzsa demografi zaten çöker

Türkiye’nin en büyük demografik sorunu düşük doğum oranı değil; gençlerin ülkeye dair umutsuzluğu.

Bugün üniversite öğrencilerine farklı şehirlerde yapılan anketlerde, katılımcıların çoğu geleceğini Türkiye’de hayal etmiyor.
Bu, ülkenin yalnızca nüfus miktarını değil, nüfus kalitesini de tehdit ediyor.

Ailelerin temel korkularından biri şu:
“Ben bu çocuğu büyüttüm, okuttum, emek verdim… Sonunda daha iyi bir hayat arayışıyla gitmek zorunda kalacak.”

Bu duygu sadece beyaz yakalı orta sınıflarda değil, artık alt ve orta-alt gelir gruplarında da yaygınlaşıyor.
Bu yüzdendir ki şehirli nüfus yalnızca daha az çocuk yapmıyor; yaptığı çocuk da bu ülkede kalmak istemiyor.

Artan suç eğilimi, toplumsal çözülme ve “çocuk yetiştirme riski”

Son yıllarda büyük şehirlerde suça karışan çocukların oranındaki artış, ailelerin zihninde çok ciddi bir alarm çanına dönüşmüş durumda.
Ekonomik krizle birlikte yoksulluk derinleşirken, okul terk oranları yükseliyor, toplumsal kontrol mekanizmaları gevşiyor. Bu tablo, özellikle eğitimli ailelerde “çocuğumu nasıl koruyacağım?” duygusunu keskinleştiriyor.

Bunun sosyolojik karşılığı şu:
Aileler çocuk sahibi olmayı artık yalnızca ekonomik bir karar değil, güvenlik ve sosyal çevre açısından da riskli bir yatırım olarak görüyor.

Çocuğun güvenli bir mahallede büyümesi, kaliteli eğitim alması, iyi bir sosyal çevreye sahip olması, bugün geçmişe göre çok daha maliyetli ve zor.

Bölgesel farklar sadece kültürel değil, siyasal bir yansıma

Türkiye’nin doğusuyla batısı arasındaki doğum farkı artık sadece geleneksel-kırsal kültürün bir mirası değil. Aynı zamanda siyasal sistemin bölgesel ekonomik eşitsizlikleri giderememesinin de göstergesi.

Doğu daha yüksek doğurganlığını “kültürel” nedenlerle sürdürüyor olabilir ama batıdaki düşüş “kültürel” olmaktan tamamen çıkmış durumda.
Batı kentlerinde düşüşün temel sebebi:

  • geleceksizlik,
  • iş güvencesizliği,
  • ekonomik istikrarsızlık,
  • yüksek yaşam maliyeti,
  • eğitim sistemine güvensizlik,
  • toplumsal çözülme hissi

Bu tabloyu tersine çevirmeden doğum oranı artmaz.

Son söz: Türkiye daha çok çocukla değil, daha çok güvenle büyür

Bugün birçok politik aktör nüfus tartışmalarını hâlâ “daha fazla çocuk yapın” düzlüğünde konuşuyor.
Oysa gerçek çok daha çıplak:
İnsanlar umut duydukları toplumlarda daha fazla çocuk yapar.

Türkiye’nin demografik krizinin çözümü, kampanyalarda değil; gençlere ve ailelere güven verecek bir toplumsal düzende.

Bir ülke çocuk sayısıyla değil, çocukların geleceğine duyduğu inançla büyür.
Kaybolan da tam olarak bu inanç.