Meclis komisyonunun İmralı’ya gidip gitmediğine ilişkin tartışmalar, teknik bir doğrulanabilirlik sorusunun ötesinde, Türkiye’de karar alma süreçlerinin nasıl işlediğine dair daha temel bir sorunu görünür kıldı. Mustafa Yayman’ın belirsiz ve yoruma açık ifadeleriyle başlayan belirsizlik, akabinde Bahçeli’nin daha kesinlik vurgusu taşıyan grup konuşmasıyla devam etti; son olarak Kurtulmuş ve Uçum’un “yorumlayıcı müdahaleleri”yle yeni bir çerçeve kazandı. Bu açıklama dizisinin kendisi, bize “gidildi mi gidilmedi mi?” sorusunun ötesinde daha bütüncül bir soruyu dayatıyor:
Bu konu, neden bu kadar karmaşıklaştırılmak zorunda kaldı?
Bu karmaşıklığın nedenlerini ele alırken, tartışmayı dört temel eksende değerlendirmek mümkündür. Bu çerçeve, yalnızca siyasal iletişimin zayıflığını değil; aynı zamanda iktidar blokundaki koordinasyon sorunlarını, kurumsal hafızanın yarattığı sınırları ve belirsizliği bir yöntem olarak benimseyen siyasal pratikleri de açığa çıkarıyor.
Stratejik muğlaklığın kurumsallaşması
Her siyasal sistemde zaman zaman “stratejik muğlaklık”a başvurulabilir. Fakat Türkiye örneğinde muğlaklık, istisnai bir enstrümandan çok, kurumsallaşmış bir siyasal iletişim biçimi hâline gelmiş durumda. Yayman’ın açıklamaları, bu muğlaklığın tipik bir örneği olarak değerlendirilebilir. Zira açıklamanın kendisi, açıklamayı gerektiren yeni bir açıklama ihtiyacı doğurmuştur.
Bu bağlamda, birinci nokta, muğlaklığın artık yalnızca müzakere süreçlerinde değil, basit bir ziyaret teyidi gibi teknik konularda bile tercih edilmesidir. Böyle bir tercih, karar alıcıların şeffaflık kapasitesinin sınırlı olduğunu ve belirsizliği yönetmeye dönük bir “kurumsal alışkanlık” geliştirdiğini göstermektedir.
Çoklu merkezlilik ve siyasal koordinasyon sorunu
İkinci olarak, Cumhur İttifakı'nın yapısal niteliğini dikkate almak gerekir. Çok merkezli bir koalisyon içinde kararların tek bir doğrusal hattan üretilmesi zordur. Bahçeli’nin konuşması tam da bu nedenle kritik bir eşik oluşturmuştur. Çünkü bir açıklamanın diğer açıklamalardaki belirsizliği daha görünür kılması, koordine edilmemiş bir söylemsel alanın varlığına işaret eder.
Buradaki ikinci temel nokta şudur:
Aynı konuda birden fazla merkez konuştuğunda, doğruluk alanı daralır; muğlaklık ise genişler.
Yayman’ın muğlaklığı, Bahçeli’nin kesinliği ve ardından Kurtulmuş ile Uçum’un açıklayıcı pozisyon alması, bu çok merkezli yapının doğal çıktısıdır. Dolayısıyla karmaşa, yalnızca iletişim eksikliği değil, iktidar blokunun iç işleyişine dair yapısal bir sorunun tezahürüdür.
Kurumsal hafızanın yaratığı söylemsel kısıtlar
Üçüncü nokta, Türkiye’nin siyasal hafızasının bu tartışmaya etkisiyle ilgilidir. İmralı’nın sembolik değeri, yalnızca güvenlik politikalarıyla değil, toplumun kolektif belleğinde yer eden önceki süreçlerle şekillenmiştir. Çözüm sürecinin yaşattığı gerilimler, toplumsal kutuplaşma, süreç sonunda yaşanan çatışmalı dönem… Bütün bunlar siyasal aktörlerin İmralı konusuna ilişkin açıklamalarında belirgin bir “dil ihtiyatı” üretmektedir.
Bu nedenle açıklık riskli, belirsizlik ise daha yönetilebilir görülmektedir.
Kurumsal hafıza, siyasal aktörleri açıklamaktan çok açıklamaktan kaçınmaya yönlendirmektedir. Bu da her açıklamanın bir önceki açıklamayı gölgelediği, her net cümlenin yeni bir siyasal maliyet ürettiği bir ortam yaratır. Böylece mesele, nesnel gerçeklikten çok, hafızanın yönetilmesi düzeyinde seyreder.
Belirsizliğin bir yönetim tekniğine dönüşmesi
Dördüncü ve belki de en kritik nokta, belirsizliğin bir araç olarak kullanılmaya başlanmasıdır. Türkiye’de kritik politik dosyalar çoğu zaman “sahiplenilmeden yönetilir.” Ne tamamen reddedilir ne tamamen savunulur. Bu durum, siyasal aktörlere geniş bir manevra alanı tanır; hem kendi tabanlarını hem ortaklarını hem de uluslararası aktörleri aynı anda idare edebilme imkânı doğurur.
İmralı başlığının da bu kategoriye dahil olduğu görülmektedir.
Belirsizlik sayesinde:
AK Parti, tabanının hassasiyetlerini doğrudan karşısına almamış olur,
MHP, sürecin yönünü kontrol edebilecek bir konum kazanır,
Uluslararası aktörlere karşı esnek bir hat korunur,
Muhalefetin tepki geliştireceği alan daraltılır,
Meclis ve diğer kurumlar “politikanın taşıyıcısı” değil “uygulayıcısı” konumuna itilmiş olur.
Dolayısıyla bu karmaşanın kendisi, aslında belirsizliğin siyasal bir yönetim aracı hâline getirilişinin doğal sonucudur.
Netliğin maliyeti yüksek, belirsizliğin maliyeti ise düşüktür.
Kamusal bilginin siyasallaşması
Tüm bu noktaların ortak sonucu, kamuoyunun sürecin asli muhatabı olmaktan uzaklaştırılmasıdır. Açıklamalar kamuoyuna yapılmaktan ziyade, siyasi aktörlerin birbirlerine mesaj verdiği bir iletişim alanının parçasına dönüşmektedir. Yayman’ın muğlak dili, Bahçeli’nin keskin tonu ve Kurtulmuş-Uçum ikilisinin metinsel çerçeveleri, aslında toplumu bilgilendirmekten çok, siyasal pozisyonları yeniden ayarlamaya yöneliktir.
Bu yapı, kamusal bilginin üretiminin de siyasal ihtiyaçlara göre şekillendiğini göstermektedir. Bilgi, toplumu aydınlatmak için değil, süreci yönetmek için dolaşıma sokulmaktadır. Bu da siyasal şeffaflığın değil, siyasal pragmatizmin öncelendiğini gösterir.
Karmaşa bir sonuç değil, bir belirti
İmralı tartışmasının bu denli karmaşık bir hâl almasını, yalnızca gidildi-gidilmedi tartışmasına indirgeyerek anlamak mümkün değildir. Bu karmaşa, siyasal sistemin derin kodlarına işaret eden yapısal bir belirtidir.
Toparlamak gerekirse:
Muğlaklık kurumsallaşmıştır.
Koalisyon yapısı söylemsel koordinasyonu zorlaştırmaktadır.
Kurumsal hafıza siyasal açıklığı sınırlandırmaktadır.
Belirsizlik, maliyeti düşük bir yönetim tekniğine dönüşmüştür.
Dolayısıyla bugün sorulması gereken esas soru şudur:
Türkiye’de neden en basit politik meseleler bile yönetilemez seviyede karmaşıklaştırılmak zorunda kalıyor?
Bu sorunun cevabı bireysel aktörlerin tutumlarında değil, siyasal sistemin belirsizliği yeniden üreten yapısal mantığında yatmaktadır.