Atatürk Hz. Muhammed’den nasıl söz ederdi?

Atatürk Hz. Muhammed’den nasıl söz ederdi?

Tarih: 27 Ekim 1922

Büyük Zafer’in şenliklerine katılmak için İstanbul’dan Bursa’ya gelen kalabalık bir öğretmen topluluğuna hitap etmesi rica edildi.

Öğretmenleri kırmadı:

“Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın yani milli eğitim ordunuzun zaferi içi yalnız bir ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak ve sürdüreceksiniz ve kesinlikle başarılı olacaksınız. Ben ve sarsılmaz imanla bütün arkadaşlarım sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız.”

Tarih:
28 Ekim 1922

Düşman Trakya’yı geri vermek istemiyordu. Meclis’te toplantı üstüne toplantı yapılıyordu. İşgal kuvvetleri, bir nota vererek Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni, İstanbul Hükümeti ile birlikte Lozan’da toplanacak barış konferansına çağırmışlardı. Bu çağrı İstanbul Hükümeti’nin hoşuma gitmişti...

Öfkelendi. Saltanatın acilen kaldırılması gerektiğini düşündü. Zaten konu Meclis’te tartışılıyordu. Rauf (Orbay) Bey, Paşa’nın Meclis’teki odasının kapısını çalarak içeri girdi. Hal hatır sormaların ardından önemli bir konuyu görüşmek istediğini açıkladı.

“Sayın Paşam izniniz olursa sizinle Refet (Bele) Paşa’nın Keçiören’deki bağ evinde toplansak?...”

Teklifi kabul etti. Bağ evinin konukları Fuat ve Refet Paşa ile Rauf Bey ile Mustafa Kemal idi. Kahveler yudumlanırken Rauf Bey hemen konuya girdi:

“Paşam görünen o ki Meclis’te saltanatın kaldırılmasına ilişkin muhalefet vardır. Milleti tatmin etmemizin lüzumu vardır.”

“Bu konu ile ilgili sizin düşüncelerinizi merak ederim Rauf Bey?”

Bedenini oturduğu koltukta dikleştirdi, yanıt verdi:

“Efendim, bendeniz makamı saltanat ve hilafete vicdanen ve hissen bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişaha bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır.

Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz...”

Kısa bir süre sessiz kaldı, ardından başını salladı:

“Refet Bey, sizin fikirlerinizi alsak?...”

Refet Paşa kısa bir tedirginlik ardından yanıt verdi:

“Rauf Bey’in düşünce ve görüşlerinin hepsine katılırım. Gerçekten de bizde padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz...”

“Ya siz Fuat Bey? Siz ne düşünürsünüz?”

Fuat Bey Moskova’dan yeni döndüğünü halkın nabzının ne söylediğine henüz karar veremediğini anlattı, kesin bir kararı olmadığını belirterek özür diledi.

Birlikte özgürlük yürüyüşüne çıktığı üç arkadaşının ikisi saltanatın kaldırılmasını istememişti. Şaşırdığını belli etmeksizin, oturduğu sandalyeden ayağa kalktı, fikrini açıkladı:

“Konu ettiğiniz mesele bugünün meselesi değildir efendiler. Meclis’te bazılarının heyecanlanmasına da gerek yoktur.”

Açıklamasından memnun göründüler. Bu düşüncesini Meclis’te de söylemesinin doğru olacağını söylediler. “Hayhay!” dedi. “Elbette gündeme getiririm.”

Ertesi gün Meclis’te konu gündeme geldi. Verdiği sözü tuttu.

“EY ARKADAŞLAR! ALLAH BİRDİR, BÜYÜKTÜR...”

30 Ekim 1922

Müslüman olduğundan ve Hz. Muhammed’den övgüyle söz ederdi. Peygamber’den bahsederken, genellikle “Cenab’ı Peygamber”, “Peygamber Efendimiz”, “Fahr’i Kâinat Efendimiz” ve onun dönemi söz konusu olduğu zaman da “Peygamberimiz zaman-ı saadetlerinde” diyerek söze başlardı...

Meclis’te saltanatın kaldırılması görüşmeleri vardı. Kürsüye çıktı, Hz. Peygamber’den sonra gelen Raşit halifelerin devlet başkanlığına seçilme usullerine temas etti ve konuşmanın bir bölümünde gecenin Mevlit Kandili’ne isabet ettiğini hatırlatarak konuştu:

“Bugün o gündür, gerçek şudur ki Arabi tarihlerinde bu akşam doğum gününün yıldönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür.”

Salonda Hep bir ağızdan “İnşallah!” sesleri yükseldi.

Hz. Muhammed’in peygamber oluşundaki hikmetten söz etti sözlerini sürdürdü:

“Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. İlahi adaletin tecelli ettiğine bakarak diyebiliriz ki insanlar iki sınıfta, iki devirde mütalaa olunabilir. İlk devir, beşeriyetin çocukluk ve gençlik devridir.

İkinci devir, beşeriyetin rüşt ve kemal devridir. Beşeriyetin, birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından maddi vasıtalarla kendisiyle iştigal edilmeyi istilzam eder. Allah, kullarının lazım olan nokta-i tekâmüle vüsülüne kadar, içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla, iştigali, lazime-i ulühiyetten addeylemiştir.

Onlara Hz. Âdem aleyhisselamdan itibaren mazbut ve gayr-ı mazbut bildirilen ve bildirilmeyen namütenahi denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat peygamberimiz (sav) vasıtasıyla en son dinin ve medeniyetin hakikatlerini verdikten sonra artık beşeriyetle bilvasıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. Beşeriyetin derece-i idrak, tenevvür ve tekemmülü, her kulun doğrudan doğruya ilhamat-ı ilahiye ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur. Ve bu sebepledir ki Cenab-ı Peygamber, Hatemü’l Enbiya olmuştur ve kitabı, Kitab-ı Ekmel’dir.”

Yazarın Diğer Yazıları