Barış bir slogan değil, bir sorumluluktur.
O sorumluluk, sadece savaş istememekle değil, şiddeti meşrulaştıranlara da “hayır” diyebilmekle başlar.
Barışın istismar tarihi, bir utanç tarihidir — ama aynı zamanda bir uyarıdır.
Bu ülke o tarihi yeniden yazabilir; yeter ki barışı çıkarın değil, insanlığın diliyle arayalım.
Türkiye’de bazı kelimeler vardır ki, onları söylemekten çok duymaktan yorulduk. “Barış” da bu kelimelerin başında geliyor. Çünkü biz bu kelimenin ardına gizlenen oyunları, sessizlikle karışık bir acıyla defalarca yaşadık. Her defasında birileri barıştan söz etti; ama o sözlerin arkasında silahlar hiç susmadı. Bugün hâlâ aynı kelimenin, aynı kirli ellerde dolaşıyor olması, geçmişin hesabının hâlâ verilmediğini gösteriyor.
Bu ülkenin hafızasında barış, ne yazık ki bir temenni değil, bir tuzak olarak yer etti.
Her seferinde umut verici bir başlangıçla ortaya çıktı; ardından siyasal hesapların, örgütsel çıkarların içinde kayboldu.
Barışın istismar tarihi dediğimiz şey, aslında halkın iyi niyetinin sömürülme tarihidir.
1980’lerin sonunda “Kürt sorunu” denildiğinde, toplumun büyük kısmı bu ifadeyi korkuyla değil, merakla karşıladı.
Kimse, bir halkın kimliğini konuşmanın suç olmadığını biliyordu artık.
Kültürel eşitlik, dil hakkı, kimlik saygısı gibi kavramlar ilk kez kamusal alanda karşılık buluyordu.
Ama bu sürecin tam ortasında, PKK’nın silahlı dili, barışın kelimelerini gasp etti.
Şiddet, kendi meşruiyetini “barış” kelimesiyle örttü.
Ve o gün bugündür, Türkiye bu kelimenin yükünü taşıyamıyor.
1990’larda her bomba patladığında, “barış” kelimesi bir kez daha yandı.
Çünkü barışın savunucusu olduğunu iddia edenler, örgütün eylemlerini kınamak yerine bahaneler üretmeyi seçti.
Toplumun ortak vicdanı sarsıldıkça, kelimelere olan güven de azaldı.
İnsanlar, barış çağrılarını duyar duymaz, ardından gelecek bir silah sesini bekler oldu.
Bir kelimenin inandırıcılığını kaybetmesi, bazen bir ülkenin geleceğini kaybetmesinden daha yıkıcıdır.
2000’li yıllar yeni bir umut dalgası getirdiğinde, aynı hatalar yeniden sahne aldı.
“Demokratik açılım”, “kardeşlik projesi”, “çözüm süreci” gibi başlıklar toplumda büyük beklentiler yarattı.
Ama süreç ilerledikçe, barış kelimesinin içi yine boşaltıldı.
Örgüt, süreci bir silah molası olarak gördü; siyasetin dilinde ise açık bir hesap başladı.
Dağdan gelen çağrılar, şehirlere inen silahlar ve o silahların arasında kaybolan çocuklar...
Bütün bunlar olurken, hâlâ “barış” deniyordu.
Oysa barış, toprağa düşen çocukların mezar taşlarında değil, onların yaşadığı bir ülkede anlam bulmalıydı.
2015’te şehirler hendeklerle bölünürken, o hendeklerin kazıldığı yerler aynı zamanda barışın mezar yerleriydi.
Kimi belediyelerin araçlarıyla, kimi siyasetçilerin sessizliğiyle açılan o çukurlar, sadece güvenliği değil, inancı da yok etti.
Barışa inanmak artık bir saflık göstergesi sayıldı.
O günden sonra Türkiye’de barışın dili, siyasetin değil, halkın vicdanının konusu haline geldi.
Ve şimdi, yıllar sonra yeniden aynı kelimeleri duyuyoruz:
“Barış”, “umut hakkı”, “kardeşlik”.
Ama artık bu kelimeleri duyan toplum, eskisi kadar saf değil.
Çünkü herkes biliyor ki, bu kelimeler bazen sadece bir perdenin adıdır.
O perdenin arkasında yine aynı isimler, aynı semboller, aynı sloganlar duruyor.
DEM Parti’nin Meclis’te dillendirdiği “Umut Hakkı” çağrısı da işte bu yüzden karşılık bulmuyor.
Çünkü o hak, insanın yaşama umuduna değil, toplumun yarasını açan bir isme bağlanıyor.
Bir terör örgütünün kurucusuna “umut hakkı” istemek, hukuki bir talep değil, politik bir meydan okumadır.
Ve bu meydan okuma, barışın zeminini değil, kutuplaşmanın duvarını yükseltir.
Geçtiğimiz günlerde DEM Parti grup toplantısında yükselen “Biji Serok Apo” sloganları, aslında bu çelişkinin açık göstergesidir.
Barıştan söz edilen bir kürsüde, terörle özdeşleşmiş bir ismin alkışlanması, sadece siyasetin değil, ahlakın da çürümesidir.
Meclis gibi bir kurumda bu sloganların yankılanması, sadece devletin değil, toplumun da sinir uçlarına dokundu.
Çünkü orada atılan her slogan, barışın anlamını biraz daha aşındırıyor.
Gerçek barış, hiçbir liderin ya da örgütün malı değildir.
Bir halkın ortak vicdanından doğar.
Bu ülkenin barışa dair umudu, bir ideolojinin ya da partinin tekeline bırakılamaz.
Barış, vicdanı olan herkesin ortak hakkıdır.
Ama vicdanla siyaset aynı cümlede buluşmadıkça, o hak sadece bir sloganda kalır.
Tarihe bakıldığında, barışın her defasında nasıl istismar edildiğini görmek mümkündür.
Bir dönem dış baskılarla, bir dönem seçim hesaplarıyla, bir dönem de örgüt içi pazarlıklarla gündeme getirildi.
Ama hiçbiri toplumun kalbine ulaşmadı.
Çünkü her defasında halk değil, aktörler konuştu.
Barışın dili, halkın içinden değil, örgütlerin bildirilerinden üretildi.
Ve her seferinde aynı son: yıkılmış güven, artan kutuplaşma.
Artık bu döngüyü kırmak zorundayız.
Barışın anlamını korumak, sadece bir siyasi sorumluluk değil, ahlaki bir görevdir.
Bir ülke, kelimelerine sahip çıkmadıkça geleceğine de sahip çıkamaz.
Barışın istismar edilmesine susmak, barışa ihanet etmektir.
Bu yüzden bugün sessiz kalmak, tarafsızlık değil, zayıflıktır.
Türkiye’nin gerçekten barışa ihtiyacı var; ama örgütlerin, liderlerin ya da siyasi manevraların değil — halkın barışına.
Silahların değil, sözlerin sustuğu bir güne; sloganların değil, vicdanların konuştuğu bir topluma.
Bu topraklarda barış kelimesi yeniden temizlenebilir; yeter ki onu kirleten eller artık geri çekilsin.