Ekonominin nabzı bazen tek bir sayıyla ölçülür.
Eylül sonu itibarıyla Türkiye’de inşaat sektöründe kredi takip oranı %4,6’ya ulaşmış durumda.
Bu, ekonominin en kırılgan damarlarından birinde ciddi bir tıkanma demek.
Yani, her 100 liralık inşaat kredisi içinde yaklaşık 5 lira artık “ödenmeyen, batık” statüsünde.
Bankalar için risk, sektör için kriz alarmı anlamına geliyor.
Bu tablo aslında sadece konut veya müteahhit hikâyesi değil; Türkiye’nin son yıllardaki ekonomik yönünün bir aynası.
Çünkü inşaat, uzun süredir büyümenin lokomotifi olarak görüldü.
Yollar, köprüler, siteler, rezidanslar, şehir hastaneleri…
Ama o beton kulelerin altında artık bankaların tahsil edemediği milyarlar yatıyor.
Beton ekonomisinin kırılgan zemini
İnşaatın kredi yükü arttıkça, risk de büyüyor.
Bir dönem faizler düşüktü, herkes borçlanarak yatırım yapıyordu.
Sonra faizler yükseldi, satışlar durdu, maliyetler uçtu.
Bugün birçok firma elindeki konutu satamıyor, krediyi çeviremiyor, şantiyede çalıştırdığı işçiye maaş ödeyemiyor.
Sonuç: %4,6 takip oranı.
Ama gerçekte bu oranın, yapılandırılmış veya ertelenmiş krediler hesaba katıldığında çok daha yüksek olduğu konuşuluyor.
İnşaat, “paranın kolay kazanıldığı” bir dönemden “borcun kolay battığı” bir döneme geçti.
Bu da Türkiye ekonomisinde bir dönüm noktası.
Çünkü üretim yerine betonla büyüyen bir ülke, sonunda dayanıklılığını kaybediyor.
Tıpkı sağlam temeli olmayan bir binanın ilk sarsıntıda çatlaması gibi.
Dünyada enerji ucuzladı, bizde zam fırtınası
Aynı dönemde dünyanın gündeminde enerji fiyatları var.
Son dört yılda küresel enerji fiyatları %21 oranında geriledi.
Petrol, doğalgaz ve kömür fiyatlarında pandemi sonrası dengelenme, üretim artışı ve yenilenebilir kaynakların yaygınlaşmasıyla birlikte ciddi bir düşüş yaşandı.
Yani dünya, enerjiyi daha ucuza üretir hale geldi.
Ama Türkiye’de tablo tam tersi.
Aynı dönemde enerji fiyatları %471 arttı.
Evet, yanlış duymadınız: dört yılda beş kattan fazla artış.
Üstelik bu artış “enerjide bağımsızlık” söylemleri eşliğinde yaşandı.
“Gaz bulduk”, “petrol bulduk”, “faturalar düşecek” denirken, vatandaşın cebine yansıyan tek şey yeni zamlar oldu.
Enerji ucuzlarken neden bizde pahalı?
Sorunun cevabı sade: Kur, vergi, yönetim.
Döviz kuru yükseldikçe ithal enerji daha pahalı hale geliyor.
Ama Türkiye’nin enerji fiyatlarındaki artış sadece kurla açıklanamaz.
Enerji fiyatının yaklaşık %55-60’ı vergi ve fonlardan oluşuyor.
Yani vatandaş elektriğe, doğalgaza ya da benzine para öderken, esasen devletin kasasına vergi ödüyor.
Bir başka etken de yanlış yatırım öncelikleri.
Yenilenebilir enerjiye, depolama teknolojilerine veya iletim altyapısına yapılan yatırımlar sınırlı kalırken; siyasi vitrine dönük “müjde” açıklamaları ön planda tutuldu.
Gerçekte üretim kapasitesi artmadı, ama fiyatlar yükseldi.
Halkın omzundaki çifte yük
Enerji faturaları kabarırken, inşaat borçları da patladı.
Yani bir yanda “ısınmak ve aydınlanmak” artık lüks hale gelirken,
öte yanda “barınmak” da borç batağına dönüştü.
Türkiye’de ortalama bir hanenin gelirinin yaklaşık üçte biri enerji ve konut giderine gidiyor.
Bu, Avrupa ortalamasının iki katı.
Kredi borcunu ödeyemeyen müteahhitin, elektrik faturasını yetiştiremeyen ailenin,
ve devasa bütçelere rağmen ucuzlayamayan enerjinin hikâyesi, aynı hikâyedir: Kaynakların yanlış kullanımı.
Gerçek müjde: hesap verebilir ekonomi
Bugün “gaz bulduk” demek yerine, “enerji fiyatını nasıl düşürdük” diyebilen ülkeler ilerliyor.
“Büyüdük” demek yerine “borçsuz büyüdük” diyebilen ekonomiler sağlam kalıyor.
Türkiye’nin ihtiyacı, betonun altında ezilen bir ekonomi değil; üretimle, teknolojiyle, verimlilikle yükselen bir modeldir.
İnşaatta batık oranı %4,6 iken; enerjide fiyat artışı %471’e ulaşmışsa,
ortada sadece bir istatistik değil, bir ekonomik yön kaybı vardır.
Ve bu yön ancak gerçek verimlilikle, şeffaf yönetimle, israfa son vererek yeniden bulunabilir.
Sonuç olarak;
Müjde değil, muhasebe zamanı
Türkiye’nin ekonomik sorunları rakamlarda gizli değil, rakamların anlamında gizli.
Dünyada ucuzlayan enerjiye rağmen faturalar artıyorsa,
beton ekonomisi borca batmışsa,
ve hâlâ “müjde” kelimesiyle günü kurtarıyorsak,
bu artık sistemsel bir sorundur.
Gerçek müjde, bir gün şu cümleyi kurabildiğimizde olacak:
“Enerjide fiyatlar düştü, krediler azaldı, vatandaş nefes aldı.”
O güne kadar her yeni zam, her yeni borç, her yeni “müjde”
aslında aynı şeyi söylüyor:
beton sert, fatura ağır.