Türkiye’nin 2026 bütçesi, rakamsal büyüklüğüyle tarihe geçmeye aday: 18,9 trilyon TL harcama, 16,2 trilyon TL gelir, 2,7 trilyon TL açık. Ancak bu devasa tablo, yüzeydeki rakamsal artışların ardına gizlenmiş yapısal bozulmayı perdelemeye yetmiyor. Rakamlar büyüyor ama ekonominin temeli güçlenmiyor; tam tersine, faiz yükü ve vergi baskısı bütçeyi boğuyor.
Faiz giderleri: Bütçenin kara deliği
2026 bütçesinde faiz ödemeleri 2,74 trilyon TL’ye ulaşıyor. Bu, tüm giderlerin %14,5’ine, vergi gelirlerinin %21,4’üne denk geliyor. Başka bir ifadeyle, vatandaşın ödediği her 100 TL verginin 21 lirası doğrudan faize gidiyor. Üstelik bu oran, son 16 yılın en yüksek seviyesi. Devletin önceliği artık bütçe açığını azaltmak değil, faiz ödemelerini çevirebilmek olmuş durumda. Bu tablo, “yüksek faizle enflasyonla mücadele” politikasının maliyeti olarak karşımıza çıkıyor: Enflasyon düşmeden, bütçe büyüyen bir faiz yükü altında eziliyor.
Gelir artışı mı, vergi şişkinliği mi?
2026’da bütçe gelirleri yüzde 28 artışla 16,2 trilyon TL’ye ulaşsa da, bu artış üretim ya da ihracat kaynaklı değil. Asıl kaynak dolaylı vergiler: KDV, ÖTV, damga ve harçlar. Dolaylı vergilerin ağırlığı, gelir adaletsizliğini büyütüyor. Gelir ve kurumlar vergisi artışı sınırlı kalırken, KDV-ÖTV tahsilatı patlıyor. Böylece devlet, açığı kapatmak için halkın cebine yöneliyor. Bütçedeki “disiplin” söylemi, aslında vergiyle finanse edilen bir denge yanılsaması yaratıyor.
Üstelik bütçede 3,6 trilyon TL vergi harcaması (muafiyet, istisna, indirim) öngörülüyor. Bu kadar büyük bir muafiyet, bir yandan mali kapasiteyi daraltırken, diğer yandan faiz ödemeleriyle çelişiyor. Kısacası devlet, bir yandan devasa borç faizi ödüyor, diğer yandan bazı gruplara vergi kolaylığı tanıyor.
Yatırımda zayıflık, tüketimde ağırlık
Harcamaların kompozisyonu da çarpıcı. 2025’in ilk 8 ayında 8,9 trilyon TL harcamanın sadece 0,65 trilyonu sermaye gideri. Yani üretim, sanayi, tarım veya Ar-Ge gibi alanlara ayrılan pay düşük. Sermaye giderlerindeki artış da reel yatırım anlamına gelmiyor; büyük ölçüde deprem bölgesi inşaatları ve Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) garantileri kaynaklı. 2026’da KÖİ ödemeleri 238 milyar TL’ye çıkıyor: bunun 104 milyarı YİD projeleri, 134 milyarı şehir hastaneleri. Döviz bazlı bu ödemeler, kur şoklarında bütçeyi sarsabilecek potansiyele sahip.
Tarım, gıda ve üretim krizi
Tarıma ayrılan 168 milyar TL destek ve 190 milyar TL yatırım, GSYH’nin yalnızca %0,6’sına denk geliyor. Oysa kanunen hedef %1. Bu eksiklik, sadece çiftçinin değil, ülkenin gıda güvenliğini tehdit ediyor. Türkiye, kendi üreticisini desteklemediği her yıl, daha fazla ithalat ve döviz bağımlılığıyla karşı karşıya kalıyor. Faiz bütçesi 2,7 trilyon TL iken, tarıma 168 milyar TL ayırmak; üretimi değil borcu büyütmek anlamına geliyor.
Refah ve gerçekte dengesizlik
Bütçede eğitim ve sağlık kalemleri yüksek görünse de içerik bakımından zayıf. Sağlık harcamaları 3,3 trilyon TL, bunun 136 milyarı şehir hastanelerine garanti ödemesi. Bu yapı, kamu yatırımı yerine özel sözleşmeli ödemelere yöneliyor. Eğitim bütçesi 2,9 trilyon TL olmasına rağmen yatırım payı düşük; ağırlık personel ve cari giderlerde. Bu da nitelikli eğitime değil, sadece sistemin dönmesine kaynak ayrıldığını gösteriyor.
Ceza ekonomisi ve şeffaflık sorunu
Bütçede 389 milyar TL’lik idari ve para cezası hedefleniyor. Bu kadar yüksek bir ceza geliri, mali disiplinden çok, tahsilat zorlamasına işaret ediyor. Ayrıca 397 milyar TL borç verme ve 375 milyar TL yedek ödenek gibi kalemler, yıl içinde keyfî aktarım riskini büyütüyor. Bu da bütçenin demokratik denetimden uzaklaşmasına yol açıyor.
Sonuç: Disiplin değil, borç döngüsü
2026 bütçesi bir “disiplin” bütçesi değil, faiz ve vergiye sıkışmış bir borç ekonomisinin bütçesi. Devlet gelir yaratamıyor, sadece topladığı vergileri ve aldığı borçları yeniden faiz ödemesine harcıyor. Harcamalar üretimi değil, tüketimi ve borç servisini büyütüyor. Bu tablo sürdürülebilir değil: ne büyümeye, ne de gelir dağılımına katkı sunuyor.
Eğer bu gidişat değişmezse, 2026 bütçesi Türkiye’yi mali olarak daha kırılgan, sosyal olarak daha eşitsiz bir noktaya taşıyacak. Faiz yükü ekonomiyi yutarken, vatandaşın alım gücü eriyor, üretim zayıflıyor, refah küçülüyor.
Sonuç açık;
Bütçe açığı kapanmıyor, sadece yön değiştiriyor - devletten vatandaşa, üretimden faize.