Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Coşkun ÇOKYİĞİT
Coşkun ÇOKYİĞİT

Kar sesi

Öğrencilik yıllarımda, yani bundan 45 yıl önce, İstanbul daha soğuktu. Nereden mi biliyorum? Maraş Öğrenci Yurdu’nun ranzalı odalarında kullanmaktan erimiş çift battaniyelerin altında titreyerek uyuduğumuz gecelerin hatırsı “Daha soğuktu!” diyor. Kemiklerimizin içine işleyen rutubetli hava Anadolu’nun kışları “kurak ve ılıman geçen” bölgelerinden gelen karbonhidrat ağırlıklı beslenen çocuklarını içine işleyerek üşütürdü.

İstanbul, bilhassa sonbahar ve kış aylarında kül rengi bir görünüm alırdı. Şimdi hatırladıkça içim kararır. Aslında Aksaray’dan Sultanahmet ve herhalde Topkapı Sarayı’na kadar tek bir yol olmasına rağmen, Yeniçeriler, Ordu ve Divanyolu isimleriyle bölümlenen, her iki yakasındaki tarihi binaların arasına çirkin ve kirli dişler gibi beton binalar eklenmiş böylece “anakoronik kimliksizliğe” indirgenmiş bu cadde boydan boya kara sarı renkteydi.

Fındıkzade’den (Millet Caddesi), Aksaray Meydanı, Ordu Caddesi yoluyla Edebiyat Fakültesine yürüdüğüm günler boyunca bu caddelerdeki kirlilik, yıkık döküklük, grilik, havanın soğuğundan daha çok üşütürdü beni. Tayyare Apartmanları’nın neredeyse metruk ve kirli karanlık hali biraz yukarıda Koska ve Beyazıt çevresinde Doğu Roma’dan kalma karamış taşlar, Edebiyat Fakültesinin yekpare cephesinin bir heyula gibi ezici cüssesi. Her şey soğuk ve her şey gri ve korkutucuydu.

Bu karanlık sokaklarda senede bir kere bir iki günlük de olsa nemli ayazı delen, gece ve gündüzü bembeyaz yapan kar yağdığı olurdu. O zaman İstanbul aydınlanır bir parça ferahlardı. Fakat çoğu zaman bu kar gece yağar, öğleden sonra erimeye başlar akşama vıcık vıcık, kirli kara bir çamurlu suya dönüşerek anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirmeyi başarırdı.

Karın uzun uzun yağdığı ve birkaç gün erimeden kaldığı zamanlarda bile hiçbir fevkaladeliği yaşamamız mümkün olmazdı. Ne kartopu oynayabilirdik, ne kızak kayabilirdik. Gerçi bahsedebileceğim bazı komik hatıralarım var ki onlar bu dramatik çerçeveli yazının bağlamı dışında kalır. Bunlardan bir Yusuf Özarslan ve merhum Muhittin Nalbantoğlu ile Laleli’de yürüken yaşadıklarımızdır…

İstanbul’un gri çağlarında, kar yağışı benim için sadece birkaç saat veya birkaç gün şehrin renginin ağarmasından ibaret olarak kaldı. Oysa kar yağışının insanın hayatında hiç duymadığı bir sesi duyuracak kadar mucizevî bir doğa olayı olduğunu çok sonraları öğrendim.

Yedek subay öğretmen olarak Kars’ın Tuzluca Kazası’na gönderildiğimde, İstanbul’da gecesiyle gündüzünü birbirine katarak yaşayan bir gazeteci olarak çok üzülmüştüm! Ama Tuzluca’ya ilk geldiğim günden itibaren Ağrı Dağı eteğine kurulmuş bu kasabanın sakinlerindeki konuk severlik, güler yüz ve ortamdaki sükûnet beni derinden etkilemişti. Yoğun ve yorgun bir hayattan sakin ve dingin bir yaşama biçimine geçmek Ramazan’ın ilk günü oruç tutmak gibi kafamı ve bedenimi tutmuştu!

Gün boyu Ağrı Dağı'nın dibinde bir “mikro klima” ikliminde yaşıyordum. Geceleri Erivan'ın ışıklarına bakıp kentin bir zamanlar Türklerle dolu olduğunu düşünüyordum. Şafi ve Caferi sabah ezanlarına kulak kabartmak ayrı bir ilgi alanına dönüşmüştü. Körfez Savaşı hakkında uydurma hadislerden birindeki “altından bir dağ çıkacak” ifadesini maden olan altına tahvil edip onun da “kara altın” olduğunu iddia ederek sonu gelmez dolambaçlı yorumları dinlemek bayağı keyifli bir zaman öldürme şekli olmuştu.

Tuzluca Ağustos’tan sonra sapsarı kesilmişti. İstanbul’un griliğine karşılık buranın gölgede büyümüş buğday başağı sarılığındaki rengi çok farklı bir melankoliye sebep olmuştu. Ama bir sabah bu sarılığın günler boyunca bembeyaz karlar altında kalacağını hiç hayal etmemiştim. Hatta Iğdır ve Tuzluca’nın (ki Tuzluca şimdi Iğdır’a bağlıdır, Iğdır da o zaman Kars’a bağlıydı) nerdeyse Akdeniz’i andıran bir havası vardı. Hatta Iğdır Ovasında pamuk bile yetişiyordu.

Evet, bir sabah uyandım ve pencereden baktım ki, lapa lapa kar yağıyor. Tuzluca o zaman çok küçük bir yerdi. Kar yağdığını gören ahali evinden çıkmamıştı. Okula gitmek için kat kat giyinip karlar üstünde yürümeye başladım. Yol boyunca bir kedi veya köpek ayak izi dahi yoktu! Ne bir kuş sesi, ne bir köpek havlaması, ne bir horoz ötüşü, ne bir araba sesi vardı. Botlarımla kara bastıkça ezilen kar malum biçimde kart-kurt, kart-kurt sesi çıkarıyordu. Fakat çok tuhaf, başka bir ses daha duyuyordum! Yanılıyor muyum diye durup dinledim, bir kere daha bir kere daha! Evet, hep aynı sesi işitiyordum!

Bir tabiat harikuladeliğine tanık olduğumun farkına varmıştım ama ne olduğunu idrak edememiştim. Her gün bir poğaça veya simit ile bir bardak sıcak çay içtiğim kahvehaneye girdiğimde öğrencilerimden Gökmen’e sordum. Sanki çok tanıdık bir şeyden söz ediyormuş gibi gülümseyerek cevap veridi: “Hocam o duyduğunuz ses ‘kar sesi’dir!”

……

KAR

Kardır yağan üstümüze geceden,

Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,

Ormanın uğultusuyla birlikte

Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte

Kar yağıyor üstümüze inceden

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,

Unutulmuş güzel şarkılar için

Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan

Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan

Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!

Uyandırmayın beni uyanamam.

Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,

Allah aşkına, gök, deniz aşkına

Yağsın kar üstümüze buram buram

Buğulandıkça yüzü her aynanın

Beyaz dokusunda bu saf rüyanın

Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış

Sırf unutmak için, unutmak ey kış!

Büyük yalnızlığını dünyanın.

Ahmet Muhip Dıranas

Yazarın Diğer Yazıları