Antalya Altın Portakal Film Festivali mutfağından gelen haberleri sosyal medyada izleyerek anında haberdar olmak keyifli olmakla beraber, geçmiş gazetecilik günlerinden kalan “atlatma habere” imza atmak fikri içimde debelenip duruyor ama çare yok! Festival’in X hesabına sıradan iletilermiş gibi saniyeler içinde peş peşe düşen haberlerden bir kısmı şöyle: Festival Sanat Direktörü Deniz Yavuz, “Antalya altın Portakal Film Festivali Antalyalılarındır!” dedi. Üstelik bu ve benzeri haberler canlı video olarak yayınlanıyor. Diğer sosyal medya haberlerini sıralamak yerine geleneksel gazetecilik tarzıyla https://www.antalyakorfez.com için yüz yüze röportaj yapan Antalyalı sinema yazarı arkadaşımız Tuncer Çetinkaya’nın çabasını takdir ettim.
Yavuz’a sorduğu şu soru, kedi yavrusu sevimliliğindeki “festival gülü” gazetecilere, influencerlara, youtuberlere, fenomenlere girecek delik aratacak ve hasetten çatlatacak kadar ciddi ve doğru bir soru: “Bu tanımlamayı yapan bir yazar olarak, “enkaz” meselesine dönmek istiyorum. 60. yılda çok sıkıntılı bir süreç, bir sansür skandalı ve yapılamayan bir festival yaşandı. Üstelik bu olay, 1979’la kıyaslanamayacak ölçüde içsel nedenlerle gerçekleşti. O günlerde belediye yetkililerinin ricasıyla yaptığım bir brifingde, -bu ifadeyi bilinçle kullanıyorum- “organizatör” arkadaşa yeterince müdahil olmadıklarından yakındıklarını gözlemlemiştim. Sonra senin içinde bulunduğun dönem başladı. O kaotik ortamda zorluklar yaşadın mı?”
Sinema Yazarları Derneği idareciliği yıllarından beri soğukkanlılığına tanık olduğum festival direktörü Deniz Yavuz ise aynı sağlamlıkta, ciddiyette cevap veriyor: “Tabii ki yaşadık. Bahsettiğiniz gibi onlarda da bir travma ve endişe vardı. Kültüre, sanata ve sinemaya müdahale etmek istemeyen, olaya sevgi çerçevesinde yaklaşan bir bürokrat kadrosu vardı orada. Hedefleri şehir ile insanlar arasında köprü kurmaktı ve temel ilke olarak işi profesyonellere bırakmak kararındaydılar. İşin o kısmında aksaklık olduğunda bu her tarafa sirayet ediyordu. Böyle anlarda bir filtre, ilaveten önlem alma mekanizması devreye giriyor. Bizler de “keşke yaşanmasaydı” dediğimiz bu sürecin ardından daha hassas davrandık ve zorlu koşullarda elimizden gelenin en iyisini ortaya koymaya çalıştık.”
Çetinkaya diğer bir “açık sorunu” da gündeme getirerek “Gelelim SİYAD Jürisi’ne. Bu yılın Altın Portakal’ında geleneksel Sinema Yazarları Derneği Jürisi’ni görebilecek miyiz?” sualini yönetmiş. Deniz Yavuz geniş ve uzun cevaplar veriyor ama tabii bunlara aktarmam hem yer hem köşenin formatı bakımından mümkün değil. O yüzden yukarıdaki bağlantıya tıklayarak okuyabilirsiniz. Benim sonuç olarak söyleyeceğim daha önce de söylediğim gibi şudur: “Antalya’nın yeri her zaman bambaşkadır. Onu özel kılan sadece şehrin festival sayesinde bir cazibe merkezi olduktan sonra bir kraliçe edasıyla festivali himaye ediyor olması değil (Altın Portakal Antalyalılarındır), festivalin bizzat çelişki ve çalkantılarla dolu tarihçesi (Çetinkaya ve Yavuz tam da bunu konuşuyorlar) de özel kılıyor. Altın Portakal’ın bir hikâyesi var ve çok melodramatik.”
Bilmeyenler zanneder gökten indi yıldızlar
Türk halk ozanlarını şiirlerini okuyup dinledikçe zaman içinde bu insanlara neden “Halk Aşığı” dendiğini daha iyi anladım. Âşık Paşa, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Âşık Ömer, Ercişli Emrah, Gevheri, Karacaoğlan, Kayıkçı Kul Mustafa, Kul Nesimi, Erzurumlu Emrah, Âşık Sümmani Âşık Seyrani, Dadaloğlu, Dertli, Ali Ekber Çiçek, Âşık Mahzuni Şerif, Âşık Reyhani, Âşık Veysel, Neşet Ertaş, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, Musa Eroğlu, Ozan Ârif gibi bağlama eşliğinde halka sevgi sözcükleri fısıldayan insanlara halkın “âşık” demiş olabileceği fikri hiç de abartı değil. Bu âşıklar, hemen yanı başımızda birer yıldız gibi ışıldayan kadınları hiç usanmadan yüceltmişler yüzyıllar boyunca. Ya da en azından ete kemiğe bürünmüş yıldızları mistik öğreti yüklü şiirleri için derin ve çok katmanlı mecazlar olarak kullanmışlar.
Yukarıdaki düşüncelerim, kendisi hakkında “Türk asıllı İtalyan yönetmen, bu defa anlatı çıtasını o kadar yukarı çekmiş ki etkilenmedim desem yalan olur. Bağlarından kopmadan açıklara doğru hamleler yapmaya çalışan, kimi zaman dalgaların vuruşuyla gözden kaybolan ve çıkamayacak hissi uyandıran, küçüklü büyüklü dramatik yüklerle ağırlaşmış sandalların nerdeyse ipinden kopacakmış gibi çalkalandığı bir ‘İtalyan limanından’ bir İtalyan sineması örneği” sözlerini sarf ettiğim Ferzan Özpetek’in Elmaslar filmini izlerken oluştu zihnimde. Titizlikle yazılmış Elmaslar senaryosunda kadınlar sadece mücevhere benzetilmiyor, onların yıldızlarla ilişkisi olduğu da söyleniyordu ki tam da burada, Anadolu’nun derin irfanından doğduğu ayan beyan ortada ve tam da halk âşığı sözü denecek şu mısralar düştü aklıma!
“Sürmene çarşısına gelir oturur kızlar
Bilmeyen de zanneder gökten indi yıldızlar”
Kadınların bütün “gelenkli” kültürlerde çok ince sözler, şiirler, insanın ruhunu yakıp kavuran müzikler veya hemen şimdi şuracıkta yanımızda dedirtecek kadar gerçekçi heykeller ve resimlerle yüceltildiğini bilmeyenimiz yoktur. Özpetek de asırlarca sürüp giden “kadın edebiyatına” önce senaryosu, sonra da sineması ile katılmış. Teslim etmek gerekir ki, hem kendi samimiyeti hem de birlikte çalıştığı bütün o Elmaslar ekibinin yaptıkları işe inanışları seyirciye harfiyen yansıyor. Ferzan Özpetek Elmaslar filmiyle seyircilerine, kendi “varlık/varoluş” çizgisini eserine nezih ve üstadane biçimde katarak görsel işitsel bir şölen sunuyor!