Son günlerde bazı haber kaynaklarına, İspanya’nın “Eğer İsrail Dünya Kupası’na katılırsa biz katılmayacağız” şeklindeki çıkışı düştü. Henüz resmî olarak teyit edilmese de, dünyanın en önemli futbol ülkelerinden birinin böyle bir tavrı bile başlı başına sembolik. Çünkü İspanya, sadece sahada değil, vicdanda da bir “büyük ülke” olabileceğini gösteriyor.
Leyla Halid’in fotoğrafı hâlâ dünyanın belleğinde: kefiyesiyle, elindeki silahıyla, kararlı bakışlarıyla bir Arap kadınının tarihe “direniş” olarak kazındığı an. 1970’lerdeki o görüntü, Batı’nın medyatik kodlarında “tehdit” olarak yer aldı belki; ama ezilenlerin gözünde bir sembole, bir çağrıya dönüştü. O çağrı, yıllar geçse de sönmedi — biçim değiştirdi, ama özü korundu. Bugün “Sumud” adıyla yola çıkan bir yardım filosunda aynı bakışın, aynı inancın yankısı duyuluyor.
Filistin’in tarihinde “sumud”, yani “direnmek, sebat etmek, köklerinden kopmamak” sadece bir kelime değil; varoluşun adı oldu. İşgalin tankları, duvarları, bombaları karşısında Filistinliler “buradayız” demeye devam etti. Leyla Halid bu inancın militan yüzüydü; elindeki silah, aslında dünyanın duymazdan geldiği bir çığlıktı. Aradan yarım asır geçti; artık o silahların yerini, sivil gemiler, insani yardımlar, diplomatik açıklamalar aldı. Ama mesaj hâlâ aynı: “Bizi yok sayamazsınız.”
Geçtiğimiz aylarda Gazze ablukasını delmek için yola çıkan Sumud Filosu tam da bu ruhun devamıydı.
İçinde farklı ülkelerden, farklı inançlardan, farklı ideolojilerden insanlar vardı. Kimisi insan hakları savunucusu, kimisi sol aktivist, kimisi sadece vicdan sahibi bir sivil. Onların taşıdığı, Filistin’e ulaştırılacak malzemelerden çok daha fazlasıydı: vicdanın kendisi.
İsrail bu filoyu durdurdu, katılımcıları gözaltına aldı. Ama asıl yankı denizden değil, karadan geldi — İspanya’dan.
İspanya, Avrupa’nın kalbinde, Batı bloğunun içinde ama vicdanıyla ayrı duran bir ülke gibi davranıyor. Başbakan Pedro Sánchez’in hükümeti, Gazze’deki katliam karşısında sessiz kalmadı; Filistin’i devlet olarak tanıdı, İsrail’e silah satışını durdurdu, şimdi de Dünya Kupası’na “İsrail katılırsa biz yokuz” diyerek yeni bir eşik açtı.
Bu, sadece bir diplomatik çıkış değil; bir ahlaki duruşun ilanı. Çünkü artık Filistin’le dayanışma, marjinal bir sol söylem değil; Batı’nın içinden yükselen bir vicdan siyaseti hâline geliyor.
Ve bu noktada İspanya’nın tarihine bakmak gerekiyor. 1936’da faşizme karşı savaşan, dünyanın dört bir yanından gelen gönüllülerin oluşturduğu Uluslararası Tugaylar, Madrid’in sokaklarında “No pasarán!” diye haykırmıştı. Bugün aynı topraklardan “No pasarán”ın yeni bir versiyonu yankılanıyor: “İsrail’in barbarlığına geçit yok.”
O yüzden İspanya’nın bu tavrı, sadece güncel bir siyasi karar değil; tarihsel bir devamlılık. Direnişin, dayanışmanın, adalet duygusunun Batı içindeki kırılgan damarını temsil ediyor.
Ancak ne yazık ki bu damar, Müslüman dünyada giderek kuruyor.
Filistin halkı on yıllardır “ümmetin meselesi” denilerek anılır, ama bu söz çoğu kez bir politik dekorun ötesine geçmez. İslam ülkelerinin çoğu, çıkar hesaplarıyla sessizliğe gömülürken, Batı’da hâlâ bir grup insan –bazısı ateist, bazısı Hristiyan, bazısı solcu– Gazze’nin yanında saf tutabiliyor.
Bu tablo, Müslümanların değil, vicdanın evrenselliğini anlatıyor aslında.
Ve belki de en utandırıcı olan, zulmün kaynağına yaklaştıkça dilsizleşenlerin, “ekonomik çıkar”, “jeopolitik denge” gibi bahanelerle Filistin’i terk edenlerin görüntüsü.
Leyla Halid bir kez demişti:
“Direniş sadece silahla olmaz; insanın ruhu teslim olmadığı sürece, mücadele sürer.”
Bugün o ruh, Akdeniz’de yola çıkan gemilerde, Madrid sokaklarındaki protestolarda, küçük Avrupa kasabalarında Filistin bayrağı açan gençlerde yaşıyor. Bu yeni kuşak, belki Halid kadar radikal değil ama aynı inadı taşıyor: “Sumud.”
Kök salmak, yerinde kalmak, unutmayı reddetmek.
İspanya’nın tutumu bu yüzden sembolik olarak çok önemli. Çünkü devlet düzeyinde ilk kez, bir Batı ülkesi “ahlak”ı dış politika malzemesi olmaktan çıkarıp, politik özne haline getiriyor. Bu, Batı’nın kendi içinden yükselen bir otokritik; “biz de suç ortağıyız” diyebilme cesareti.
Bir yönüyle, Filistin direnişinin 1970’lerdeki militan biçimi nasıl dünyaya seslenmişse, bugün İspanya’nın bu kararı da aynı yankıyı taşıyor. Silahların yerini diplomatik jestler, kampların yerini parlamentolar almış olabilir ama “sumud”un özü değişmiyor: direnişin onuru.
Ve belki de bu yüzden, Leyla Halid’in o fotoğrafı hâlâ güncel.
Bir Arap kadınının bakışıyla, bir Avrupa devletinin kararı arasında görünmez bir hat var: insanlığın direnen yüzü.
Bu yüz, ne ideolojiye ne dine ne coğrafyaya ait.
Bu yüz, adaletin yüzü.