Hepimizin aklında şu klişe var, “Marka = Logo + Renk Paleti.” Evet, logo önemlidir.

Fakat markalaşma tasarımcıya “şurayı biraz büyüt” demekle olmuyor.

Marka; insanların sizin hakkınızda hissettikleri, gördükleri, yaşadıkları, kısacası size dair tüm deneyimlerin toplamıdır.

Birinin aklına geldiğinizde yüzünde gülümseme oluşuyor mu, yoksa yüzü mü ekşiyor? Logonuzdan bağımsız olarak markanızın gerçek ölçüsüdür.

Mahalle Fırınından Global Devlere

Mahalledeki fırıncı Ahmet Abi’yi düşünün. Sabahları “Hadi bakalım, taze simit geldi!” diye kepengi açar. Güler yüzlü, fiyatları makul, simitleri çıtır. Onun logosu tabeladaki yazı olsa da markası, bizde yarattığı sıcak duygudur.

Global ölçekte Apple var. Isırılmış elma logosu tek başına bir semboldür. Bizi o sembole bağlayan; tasarımın sadeliği, kutuyu açarken hissettiğimiz özen, cihazların birbirine kusursuz uyumu… O his olmasa, o elma sadece meyve reyonunda görüp geçtiğin bir simge olurdu.

Türkiye’de Mavi. Kot pantolon satıyor ama markası sadece kumaşla sınırlı kalmıyor. Genç ve enerjik iletişim dili, reklamlarındaki samimiyet, mağaza çalışanlarının güler yüzü… Bunların hepsi bir marka deneyimi yaratıyor.

Kısacası markayı marka yapan; müşteriyle kurduğu ilişki, verdiği söz ve o sözü ne kadar tuttuğu.

Kargo hızlı mı geldi? Ürün fotoğraftaki gibi mi? Müşteri hizmetleri sorununu gerçekten çözdü mü?

Bunlar logonun yapamadığı dokunuşlar.

İmza Güzeldir Ama Karakter Daha Etkilidir

Logo, markanın imzası gibidir. Fakat karakterin tamamını yansıtmaz. Karakter; işin tarzında, iletişim dilinde, hikâyende, bazen kokunda, bazen sesinde ortaya çıkar.

Bir kahve zincirinin içine girip gözlerini kapatsan bile “Burası o marka” hissini veren şey, logonun varlığı değil, markanın yarattığı atmosferdir.

Markalaşmak, biraz insan olmak gibidir. Görünüşünden ziyade, davranışlarınla hatırlanırsın.

Güzel görünen bir logo tasarlamak mümkündür, fakat insanların gönlünde özel bir yer kazanmak; yılların emeği, tutarlılık ve samimiyet gerektirir.