Medya Arkası (25.11.2017)

Medya Arkası (25.11.2017)
Köşe yazarlarının gündeminde ABD'de tutuklu bulunan Reza Zarrab davası ve Soçi'de yapılan Suriye görüşmesi vardı. İşte günün öne çıkan yazıları:

Rusya, PKK’dan vazgeçer mi? / Serpil Çevikcan / Milliyet

Türkiye, Rusya ve İran liderlerinin Soçi’de yaptığı görüşmede askıda kalan en önemli konu PKK/PYD.

Ankara, Rusya’nın çağrısıyla toplanacak Suriye Ulusal Kongresi’ne PYD’nin davet edilmemesinde ısrarlı.

Rusya’nın bu ısrar karşısında henüz net bir tutum sergilediğini söyleyemeyiz.

Tabloya gerçekçi bakmak gerekirse, PKK/PYD konusunda, Türkiye açısından kritik bir karar verme aşamasında olan Rusya, kongreye, bir ara formül bularak PYD’yi doğrudan çağırmasa bile bu durum PKK kartını elinden bırakacağı anlamına gelmiyor.

Neden mi?

Sıralayalım:

1) Soğuk Savaş döneminde Rus istihbaratı KGB’de albay rütbesiyle hizmet veren Putin’in o dönem Suriye merkezli geliştirilen PKK ile iyi ilişkileri tamamen göz ardı etmesi beklenemez. PKK’yı, özellikle örgütün Suriye’deki varlığını en iyi bilen, hatta onu eğiten KGB ve Muhaberat’tır. Putin’in, iki eski dostu PKK ve Esad’ı, her ne kadar bu günlerde farklı ajandaya sahip olsalar da aynı çizgide buluşturma kapasitesini koruduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

2) Bugüne gelecek olursak; ABD ve Rusya’nın Suriye üzerinde rekabete girişecekleri kesin. Bu mücadelede ABD tarafının Suriye topraklarında kalabilmesi, yeniden inşa sürecinde yerel bir aktörle ittifak ilişkisi geliştirmesine bağlı. Bunun PKK/PYD olduğu da açık. Bugün PKK/PYD, SDG adı altında Suriye topraklarının yüzde 25’ini, doğal kaynakların neredeyse yarısını kontrol ediyor. Bu bölgelerin Esad’ın kontrolüne geçmesi için sıcak çatışmaya girmek doğru bir davranış olmaz. Böyle bir ortamda Rusya için en doğru davranış, PKK/PYD’yi karşısına almak yerine, ABD’nin elinden almaktır. Bu nedenle, PKK/PYD’yi himaye eden, ABD’den daha fazla “rüşvet” teklif eden konumda bulunması hiç de şaşırtıcı olmaz. Bu rüşvet de yeni Suriye’de daha fazla etkinlik ve “federatif” sistem olabilir.

3) Yine Rusya, PKK sayesinde, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’ye karşı gerektiğinde kullanabileceği işlevsel bir aygıtı da elinde tutuyor. Rusya, bu tecrübeyi Sovyetler’in dağıldığı süreçte PKK ile edindi.

4) Ayrıca Rusya’nın Lazkiye Limanı ve hava üsleriyle Suriye’de kalıcı olduğu ortada. Bu kalıcılık her şeyden önce Suriye iç dengeleri üzerine bir stratejiye dayanmak zorunda.

5) Bugün motivasyonunu yitirmiş olsa da Suriye iç dengesini Rusya çıkarları aleyhine bozma kapasitesine sahip olan unsur Sünni Araplar. Onları dengelemenin yolu ise Esad ile hareket edebilecek, Sünni Arapları tehdit gören PKK yönetimindeki Kürtler. PKK/PYD politik bir aktör olarak Suriye anayasasında yer alır, sisteme entegre edilirse, Esad ile Kürt işbirliği sayesinde Rusya istediği düzeni kurabilir. 

6) Yine Rusya’nın politik ve yönetim kültürü PKK/PYD’nin belirli bir bölgede “otonom” nitelikte bir idareye sahip olmasını “normal” görür. Çünkü Rusya çok sayıda federal ve otonom bölgeden oluşuyor. Ancak bu bakış açısı Türkiye’nin tezleriyle çelişiyor.

7) Son olarak Rusya, PKK’yı terör örgütü olarak görmemektedir.

Bu tabloda Rusya, tutumunu değiştirerek Türkiye’nin Afrin’e girmesine, PKK/PYD’yi dövmesine izin verir mi?

Verirse güzel bir sürpriz olur.

Sorular ve yanıtları / Fatih Altaylı / Habertürk

TÜRKİYE Zarrab davasına bayağı bir kilitlenmiş.

Siyasetten iş dünyasına, mahalle kahvesinden sosyetik davete kadar her yerde mevzu bu.

Herkesin birbirine sorduğu ve sanki kimilerinin New York’un havalı “law firm”lerinden birinde çalışıyormuşçasına bilgiç bir edayla yanıtlamaya çalıştığı sorular şöyle:

-Zarrab öttü mü, ötmedi mi? 

-İtirafçı olup Oklahoma’da yeni bir hayata mı başlayacak?

-Giderken ABD ile anlaşarak mı gitmişti?

-Türkiye’de öldürülme korkusu nedeniyle mi ABD’ye gitmeyi tercih etti?

-Türkiye kendisini İran’a satar diye mi korktu? 

-İran ajanları kendisini kaçırıp Zencani ile birlikte yargılayacak diye mi tüydü? 

-Sanıklıktan çıkıp tanık olması, sanık sandalyesine Türk siyasetçilerini oturtmak anlamına mı geliyor?

-Zarrab ve işbirlikçileri Türkiye’de adam gibi yargılansaydı bu işler başımıza gelir miydi?

-Zarrab’ın Türkiye’deki mal varlığına niye el konulmuyor? Kızıp daha çok öter diye mi? 

-Zarrab mal kaçırmak için boşanma davasında malların büyük bölümünü Ebru Gündeş’e tazminat olarak mı verecek?

-Bu işi niye milli bir mesele haline getirdik ki, bize ne Zarrab’dan?

-Zarrab yargılanırken niye Cumhurbaşkanı’mız hedef alınmış oluyor? Bugünlerde herkesin birbirine sorduğu sorular bunlar. Yanıtları ise pek yakında New York sinemalarında. “Zarrab’ın ötmesi önemli mi?” sorusuna aydınlatıcı bir misal ise hemen alttaki yazıda...

80 kişi hariç alayımız FETÖ’cü müydü yani? / Ahmet Hakan / Hürriyet

BÜLENT Arınç şöyle buyurmuş:

“80 milyonluk kitlede 80 kişi hariç herkes Fetullah Gülen’e sempati duymuş olabilir.”

*

Yani demek istiyor ki Bülent Arınç:

“Koca bir millet kandırıldı... Ben kandırılmışım çok mu?”

*

Yani demek istiyor ki Bülent Arınç:

“Benim suçum varsa... 80 milyon da suçludur.”

*

Peki ne çıkar bundan?

Ne çıkacak?

Bal gibi bir kırsal kurnazlığı çıkar.

*

Bütün kırsal kurnazları gibi Bülent Arınç da...

Sorumluluğu alabildiğine herkese yayarak aradan sıyrılmaya çalışıyor.

*

Peki neden böyle yapıyor Bülent Arınç?

Çünkü böyle yapmazsa...

“Abilerim, ablalarım... Vallahi siz hakikati gördünüz ama ben göremedim” falan diye alttan almak zorunda kalacak.

İşte bunu yapmak istemiyor Bülent Arınç.

*

Bunu yapmak istemediği için de...

Ömrünün hiçbir döneminde Fetullah Gülen’e zerre sempati beslemeyenlerin sayısını ufalttıkça ufaltıyor Bülent Arınç.

Hatta yok durumuna getirmek istiyor.

“Hakikat o kadar gizliydi ki... Hiçbirimiz göremedik” noktasına taşımak istiyor olayı.

*

Oysa Bülent Arınç, bu konuda çok daha samimi, çok daha doğru, çok daha mükemmel bir açıklama yapmıştı 15 Temmuz’un hemen ardından...

“Ne kadar da ahmak bir insanmışım, bunların gerçek yüzünü göremedim”anlamına gelen sözler söylemişti.

*

Demek ki Bülent Arınç...

“Ne kadar da ahmak bir insanmışım” cümlesinin ağırlığını daha fazla yüklenmek istemedi.

Bu yüzden...

“80 milyonda sadece 80 kişi ahmak değildi” noktasına geldi.

Ama yok öyle yağma!

Çünkü...

Herkesin ahmaklığı kendine.

Ayıp oluyor ama Ertuğrul Bey / Can Ataklı / Korkusuz

KILIÇDAROĞLU'NUN ÜSLUP YANLIŞI

Öğretmenler Günü nedeniyle CHP genel başkanından çok güzel bir öneri geldi. Kılıçdaroğlu “Gelin öğretmenlere her yıl 24 Kasım'da bir maaş ikramiye verelim. Öğretmenler bunu hak etmiyor mu?” dedikten sonra “Getirsinler bunu Meclis'e biz de destek verelim” dedi. Bu cümle ve üslup bana göre yanlış. Diyeceksiniz ki “Ne var bunda, Kılıçdaroğlu öneriyi, geldiği gibi destekleyeceğini de söylüyor, ne güzel işte.” Doğru da AKP'nin öğretmene bir maaş ikramiye vermesi için CHP'nin oyuna ihtiyacı yok. Meclis'teki sayısı bu kanunu geçirmeye yeter de artar bile. Kılıçdaroğlu “Getirin biz de destekleyelim” deyince sanki başka konularda CHP destek olmadığı için kanunlar geçmiyor sananlar çıkabilir. Ayrıca zaten AKP iktidarı ısrarla hep bunu söylüyor. Neyi yapamamışsa veya becerememişse “Bizi Cehape zihniyeti engelledi” bahanesi arkasına sığınıyor. Oysa bu tür durumlarda CHP'nin sayısal olarak engelleme yapabilmesi mümkün değil. CHP ancak iktidarın yanlışlarını kamuoyuna yansıtabilir. Bana göre “Biz de destekleyeceğiz” cümlesine gerek yok “Öğretmene bir maaş ver kardeşim” demek yeterli. Bu konuşma tüm Türkiye'nin önünde yapıldı. Şimdi iktidar bu talebe karşı olumlu olumsuz bir şey söylesin bakalım önce. Öğretmene bir maaş ikramiye verecekse versin, vermeyecekse gerekçesini açıklasın. 

Askerin yemek duası değiştirilmiş, bundan böyle “Tanrımıza hamdolsun, milletimiz varolsun, afiyet olsun” denmeyecekmiş, “Allahımıza hamdolsun” denecekmiş…

Yemek duası / Yılmaz Özdil / Sözcü

Türk askerinin kafasına çuval geçirtebilirsin, peygamber ocağı'na kumpas kurdurabilirsin, PKK'yı tanık TSK'yı sanık yapabilirsin, genelkurmay başkanını “terörist” ilan edebilirsin, Türkiye bağırsaklarını temizliyor diyerek, Türk ordusuna “bok” muamelesi yapabilirsin, madalyalı subaylar kahrından canına kıyarken “mermiye kafa atmış” diye alay edebilirsin, tarikatçıların cemaatçilerin ordudan ihraç edilmesine şerh koyarken, Atatürkçü subaylarımızı “fuhuşçu casus” damgasıyla ihraç edebilirsin, asrın iftirasına uğrayan subaylarımıza Akp gazetelerinde “rezil, ahlaksız, tecavüzcü, kepaze, iğrenç, pislik, kafatasçı, namussuz, vatan haini, lekeli, onursuz, katil, dinsiz” diyebilirsin, 30 Ağustos Zafer Bayramı pastasını Akp marşıyla kesebilirsin, Apo posteri taşımayı suç olmaktan çıkarırken Atatürk anıtlarına çelenk koymayı yasaklayabilirsin, dünyanın ilk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen'i “soykırımcı” ilan edebilirsin, takvimde başka gün yokmuş gibi Kürdistan ordusuna tam 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda Türkiye topraklarında resmi geçit yaptırabilirsin, Kürdistan ordusunu THY uçaklarıyla taşıyıp, bunların yediği lahmacunun parasını bile ödeyebilirsin, “Kobani'deki kardeşlerimin alnından öpüyorum” diyebilirsin, NATO brifinginde Türkiye'nin yarısını Kürdistan olarak gösteren haritaya hiç ses çıkarmayabilirsin, Apo'yla masaya oturabilirsin, Kandil'le müzakere yapabilirsin, Murat Karayılan'ın Kandil'deki basın toplantısını Anadolu Ajansı'yla canlı olarak yayınlatabilirsin, askeri birliklere “sakın operasyon yapma” talimatı verebilirsin, Şivan Perver'e AKP mitinginde şarkı söyletebilirsin, cephanelik patladığında 25 şehit morgda yatarken “şehrin reklamı olur” diye genelkurmay başkanına sucuk hediye edebilirsin, üstüne “ne var bunda, lokum bile ikram edilir” diyebilirsin, “Hindistan'da Pakistan'da olur böyle şeyler” diyebilirsin, 15 şehit varken Akp 25.11.2017 Yılmaz Özdil: Yemek duası – Sözcü Gazetesi http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yilmaz-ozdil/yemek-duasi-2104618/?utm_source=partners&utm_medium=gazeteoku.com&utm_campaign=… 2/4 milletvekilinin oğluna stadyumda düğün yaptırabilirsin, askeri üssümüzden bayrağımızı indirtebilirsin, şehit babasını hükümeti eleştirdi diye hapse mahkum ettirebilirsin, gazilerimizin protezlerine haciz gönderebilirsin, şehitlerimizin tabutlarını portakal sandığı gibi kamyonet kasasında taşıtabilirsin, Suriyeli Libyalı Mısırlı yaralıları ambulans uçaklarla getirip, eskortlar eşliğinde özel hastanelerde tedavi ettirirken, kendi gazilerimizi evlerine şehirlerarası otobüslerle gönderebilirsin, otobüs biletlerini gazilerimize ödetebilirsin, bedelli askerliği kışlaya bile uğramadan dekontlu askerlik haline getirebilirsin, ensesi kalınsa canı sağolsun, garibansa vatan sağolsun diyebilirsin, kendi çocuklarına askerlik yaptırmayabilirsin, vatan toprağını terkedebilirsin, Süleyman Şah türbesi'ndeki boş sandukaları sırtlayıp tırıs tırıs kaçabilirsin, Kardak kahramanlarımızı hapse tıkarken Ege adalarımızı Yunanistan'a peşkeş çekebilirsin, memleket topraklarını yabancı ordulara emanet edebilirsin, Adana'ya Hollanda, Gaziantep'e Amerikan, Kahramanmaraş'a Alman patriotları kurdurup, Türk milletini siz koruyun diyebilirsin, kanunu değiştirip şehit ve gazi tanımını silebilirsin, şehidi vazife ölümü, gaziyi vazife malülü yapabilirsin, koğuşta ranzasından düşüp ölenle çatışmada hayatını kaybedeni bir tutabilirsin, 50 defa ameliyat olan, organlarını kaybeden gazilerimizden ilaç katkı payı alabilirsin, CHP milletvekilleriyle tesadüfen denk gelip fotoğraf çektiren gazilerimizi işten attırabilirsin, şehit cenazesinde “teröristleri Habur'da karşılayanlar nerede” diye isyan eden kadını, vay sen bizim hükümetimize nasıl laf söylersin diye bayıltana kadar dövebilirsin, şehit tabutuna dolmuş şoförü gibi kolunu yaslayıp “ne mutlu şehit ailelerine” diyebilirsin, Ecyad Kalesi'ni yıkan bedeviye, hem de 10 Kasım'da devlet şeref madalyası takabilirsin, genelkurmay başkanını kamuflajlı asker kıyafeti giydirilmiş sünnet çocuğu gibi bedevinin yanına oturtabilirsin, 30 Ağustos törenlerini yasaklayabilirsin, Atatürk tarafından kurulan TBMM'den Atatürk'ün mareşal üniformalı tablosunu kaldırtabilirsin, Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ün yatağının başucunda saygı nöbeti tutan ve her 10 Kasım'da gözlerinden yaşlar süzülen askerlere bile tahammül etmeyip, yasaklayabilirsin, Kürdistan bayrağını Ankara'da göndere çektirebilirsin, Türkiye'de askerlik çağında 425 bin Suriyeli yaşıyorken, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mevcudundan daha fazla sayıda eli silah tutacak Suriyeli varken, bunlar plajlarda nargile içip götünü gezdirirken, ceplerine para konurken, Mehmetçik'i Suriye'de şehit ettirebilirsin, devlet kurumlarında ağırlama bedeli olarak milyarlarca liralık pasta kek kurabiye parası harcanırken, askerlerimizin karavanasından böcek çıkartabilirsin, Suriyelilere 30 milyar dolar  harcanırken, askerlerimizi merdivenaltı yandaş yemek şirketlerinin bayat tavuklarıyla zehirletebilirsin.

“Tanrımıza” dersen olmaz! * Din'i dil zannediyorsun ama… Rabbim de affetmez, Allah da affetmez, Tanrı da!

Korku imparatorluğu / Abbas Güçlü / Milliyet

Zor bir dönemden geçiyoruz. Bu kesin.

Kimsenin kimseye güveni kalmadı. Bu da kesin.

Öyle ya da böyle, bir şeylerden korkmayan yok!

Peki, sokaktaki simitçiden üniversitedeki profesöre kadar, hemen herkes korku tünelinden mi geçiyor yoksa böyle bir algı mı yaratıldı?

Son aylarda gelen hemen her mesajın altında şu ya da benzeri dip not var:

“Sizden ricam, adım saklı kalsın”

Yazdıkları konular, kendileri açısından çok önemli ama ne ulusal güvenliğimizi ilgilendiriyor, ne herhangi birini hedef alıyor, ne de siyasi bir içerik taşıyor.

O zaman bu tedirginlik niye?

Sosyal bilimlerin önemi bu noktada ortaya çıkıyor.

Yaratılan ya da empoze edilen bu korku imparatorluğunun gerekçeleri neler?

Onca üniversitemiz, on binlerce bilim insanımız var.

Keşke biraz da bu konulara kafa yorsalar.

Eminim ki içlerinde bu sorunun cevabını verecek araştırmalara imza atan da söyleyecek lafı olan da fazlasıyla var! Ama ne kadarı “Sizden ricam, adım saklı kalsın” notunu düşmeden bu görüşlerini bize gönderir, bu konuda, hiçbir şey söyleyemem ya da söylemek istemem. Çünkü rahat konuşan zor çıkar!

Konuşma özgürlüğünün olmadığı bir üniversite düşünülebilir mi?

Asla. Hele ki bilimsel konularda.

Ama üniversitelerimiz öylesine derin bir sessizlik içerisindekiler ki onları yeniden konuşur hale getirmek, muhtemelen uzun yıllar alacak!.

Peki, bu konuda baskı yaratan kim?

Hükümet mi, YÖK mü, rektörler mi, mahalle baskısı mı yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi paranoya mı?

Kişiden kişiye değişir ama hepsinden biraz olduğu kesin.

Yoksa durduk yere neden böyle bir noktaya gelinsin ki!..

Şimdi asıl önemli olan, normale nasıl dönebiliriz?

Yoksa çok sıradan bir eleştirinin altına bile imza koymaktan çekinen profesörler, öğretmenler, nasıl, soran, sorgulayan, özgüveni yüksek nesiller yetiştirebilir ki!..