Dünyanın dev bir orkestra olduğunu hayal edelim. Her milletin çalışma kültürü de ayrı bir ses olarak. Bazıları vurmalı çalgıların coşkulu ritmiyle ses verir, hızlı ve gürültülü. Bazıları ise yaylıların yumuşak, akıcı melodisiyle akar, dengeli ve huzurlu. Bu senfoni bize; iş hayatı sadece bir geçim aracı değil, bir ulusun ruhunun yansıması da olduğunu gösteriyor. Zamanın kum saati gibi akıp gittiği modern çağda, milletlerin çalışma kültürleri, tarihsel köklerden beslendiği gibi coğrafyanın şekillendirdiği ve toplumsal değerlerin renklendirdiği bir mozaik.

Amerika Birleşik Devletleri'ni düşünün. O, bir kovboyun at sırtında sonsuz ovalarda koşturduğu bir film sahnesi gibi. Çalışma kültürü burada "hustle" kelimesiyle özetlenir – bir tür sonsuz koşu, durmak bilmeyen bir enerji. Nitekim toplumsal algıda da “güç” kelimesi sözlüğün başında yer alır. Sabahın erken saatlerinde kahve fincanlarıyla doldurulan ofisler, gece yarısına kadar çalışan ekranlarla aydınlanır. Bu kültür, bireysel başarıyı kutsar. Amerikan çalışma hayatının temeli doğayla rekabet eden boğuşan bir ruhtur. Çalışma hayatındaki bu telaş diğer yandan inovasyonu doğurur beraberinde de dünyanın en büyük şirketlerini.

Gözlerimizi en doğuya çevirdiğimizde karşımıza Japonya gelir. Burada çalışma, bir samurayın kılıcını bileylemesi gibidir. Sanki disiplinin sanatı yapılır, iş hayatında. "Karoshi" kelimesi, aşırı çalışmadan ölümü anlatır. Bu terim Japonya’da 1970’lerden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Uzun mesai saatleri, kronik stres ve tükenmişlik nedeniyle kalp krizi, inme veya intihar gibi sebeplerle meydana gelen ölümleri ifade eder. Sabahın ilk ışıklarıyla ofislere doluşan çalışanlar, sürekli iyileşmeyi hedefler. Her hareket; kısa, öz ve mükemmel olmalıdır. Takım ruhu, bir uyum resitali gibidir. Birey ise bir kolektifin parçasıdır. Çalışma hayatı, kurumsal bağlılığa evrilmiştir. Çalışanlar, şirket şarkıları söyler, grup egzersizleri yapar. Japonya'nın ekonomik mucizesi, bu disiplinin kodlarında yatmaktadır.

Kuzey Avrupa'ya bakalım. İsveç, Norveç, Danimarka... Burada çalışma, denge üzerine kuruludur. Masalımsı bir denge. "Lagom" kavramı; ne fazla, ne eksik, tam kararında çalışmayı ifade eder. İsveç iş kültüründe bu kavram, sürdürülebilir verimlilik ve uzun vadeli iş tatmini ile doğrudan bağlantılıdır. Batı’daki “work–life balance” anlayışına yakın ama daha köklü bir yaşam felsefesi olarak kabul edilir. Üretkenlik, mutlulukla el ele yürür, bu yaklaşımda. Bu kültür, İskandinav sosyal demokrasinin meyvesidir. Eşitlik, bir orman gibi çalışma hayatına yayılır. İş, hayatın bir parçasıdır, ama efendisi olarak görülmez.

Akdeniz kıyılarında sıcak rüzgarları, siesta ile karşılar İtalya, İspanya ve Yunanistan. Çalışma hayatı öğle uykusunun tatlı rehavetiyle nam salmıştır. Ofisler geç açılır, öğle yemekleri saatler sürer. Bu çalışma kültürü, ilişki odaklıdır. Her ne kadar dünyanın tembellik coğrafyası gibi gözükse de bilim ve sanatın önde gelen eserleri de buralardan doğmuştur. Rönesans'ın bilim insanları, ressamları, heykeltraşları, mimarları hep bu kaynaktan beslenmiştir.

Bize de bir göz atalım. Bizim topraklarımızda çalışma, bir çay bahçesi sohbet gibidir. Sıcak, samimi, ama kaotik olmaya açık. Sabahın ilk saatlerinde başlayan gün, gece yarısına kadar uzar. "Hayırlı işler" sözü, kulaklardan eksik olmaz. Ama trafik gibi, iş hayatı da tıkanır çoğu zaman. Çoğu zaman da, iş ilişkileri ile informal alanda çözülür. Kurumsallık ile feodallik karşı karşıyadır da dersiniz, duruma göre kol kola da denebilir.

Milletlerin çalışma kültürleri, geçmişten bugüne gelen ve yarına taşınan kalıplaşmış davranışlardır. Her biri, avantaj ve dezavantajlarıyla, insanlığın çeşitliliğini ve farklılığını yansıtır. Dijitalleşen dünyada uzaktan çalışma ile farklılıklar birbirini tanımaya başladırlar. İdeal bir kültür aramak yerine, melez çalışma modelleri kurgulamak; verimliliği ve mutluluğu bir üst seviyeye çıkarmanın anahtarı olacak.

Sorularınız için e-posta adresi: hkaganoyken@gmail.com