"Saray" açın halinden anlamıyor

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Malatyalı servisçi arasında geçen konuşma aklıma bir dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ile kanser hastası Dilek Özçelik arasında geçen diyaloğu getirdi. Hastalığının tedavisi için gereken ilaçlara ulaşamayan Dilek'in yardım talebi, bakan tarafından dilenci muamelesi görmesine neden olunca, hepimizin içini kahreden şu cümleyi söylemişti: "Çaresizliği hiç yaşamamışsınız."

Malatya'da da bir servisçi, parti genel başkanlığı sıfatını "cumhurun başı" olmanın önünde tutarak ülke yöneten Erdoğan'a ekmek parası bulamamaktan yakınınca, Erdoğan'ın "Bu bana biraz abartı geldi" cevabı ve çözüm yerine sunduğu çay paketi ile karşılaştı.

Dilek'le aynı muameleyi gören servisçi Dilek kadar korkusuz olamayınca sadaka misali verilen teselli çayını aldı ve hatta sözleri yanlış anlaşıldığı için özür diledi.

Her ne kadar özür dilettirilip sözleri geri aldırılsa da ben buradan o servisçiye teşekkür ediyorum. Şu meşhur atasözünün ne kadar doğru olduğunun bir kez daha kanıtlanmasına vesile olduğu için: "Tok açın halinden anlamaz."

Saray Şatafatı

Shakespeare, meşhur eseri Romeo ve Juliet'te "Yarayla alay eder, yaralanmamış olan" der.

Oysa, yaranmanın, mağdur olmanın edebiyatı yapılarak iktidarı kazandı bugün o koltuklarda oturanlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kasımpaşa'da orta halli bir ailenin çocuğuydu. Yokluk da görmüştü. Halktan biri olduğunu söyleyerek kazanmıştı, seçmenlerinin desteğini.

Bugün, saray şatafatı, halkı, geçinme derdini, ihtiyaçları karşılama çabasını bu kadar mı unutturdu?

Ne sarayın binlerce odasında ne tropik meyveli içeceklerinizde ne de eşlerinizin çantalarındaydı gözümüz bunları eleştirirken; demek istediğimiz işte buydu.

Yola çıktığınızdaki 'yöneticiler halkın içine karışmalı' söylemlerinizi unutmanız, halktan kopmanızdı endişemiz.

Saraydan çıkmadan ülke yönetilmez.

Salt fizikten değil kastım, zihnen de saraydan çıkmak gerekiyor halkın arasına karışırken. Halkın taleplerine kulak vermek, yarasını hissetmek, acısını paylaşmak, derdine derman olmaya çabalamak gerekiyor.

Nitekim, "ben halkım" popülizmini sürdürmeniz, koltuğunuzu korumanız da halkı tanımanızdan ve halkın da kendini sizinle özdeşleştirmesinden geçiyor.

Bugün, bu çağda "tebdili kıyafet" ederek halkın içine karışamazsınız belki ama yönettiğiniz ülkenin derdini de bilmeniz lazım geliyor: Bugün, Türkiye'de "eve ekmek götürememek" deyimi metafor olmaktan çıkarak çokça ailenin gerçeği oldu.

Hesabı basit bir matematiğe bakar

Cumhurbaşkanı, "kazancımız, temel ihtiyaçlarımızı karşılamada yetersiz kalıyor" manasında bir metafor olan "eve ekmek götüremiyoruz" ifadesini abartı buldu, birkaç gün sonra yaptığı konuşmasında "Bugün evine ekmek götüremeyen bir şey var mı Türkiye'de ya. İnanıyor musunuz bunlara?" dedi.

Oysa ekonomi, matematik işi. Üstelik toplama-çıkarma ve çarpma-bölmeden ibaret ilkokul matematiğine bakıyor tüm hesap.

Açlık sınırı (dört kişilik bir ailenin sağlık ve yeterli beslenebilmesi için gereken gıda harcaması tutarı) 2 bin 374 TL;

Yoksulluk sınırı (gıda harcamasına ilaveten giyim, konut, ulaşım, eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçlar için aylık harcama tutarı) ise 7 bin 732 TL.

Öte yandan, 8 milyon asgari ücretlinin aylık kazancı 2 bin 324 TL.

10 milyon civarı emeklinin maaşı asgari ücretin de altında.

Resmi rakamlara göre 4 milyon kişi işsiz (gerçekte çarpı 2).

Şimdi siz hesaplayın: Eve ekmek götürememek, Türkiye'de bir metafor mu hala?

 

Yazarın Diğer Yazıları