Türkiye’de gelir dağılımı tartışması artık kuru bir akademik mesele olmaktan çıktı. Soframızdaki ekmeğin küçülmesiyle, mutfaktaki yangınla, çocukların okul beslenmesiyle, emeklilerin market rafları önünde elleri titreyerek fiyat karşılaştırması yapmasıyla doğrudan bağlantılı hale geldi. Bugün konuştuğumuz mesele, yalnızca “asgari ücret ne kadar olacak” sorusundan ibaret değil; insanca yaşamın asgari şartlarının dahi hızla erimesidir.

Türk-İş’in Temmuz 2025 verilerine göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 27 bin 111 liraya ulaştı. Yani yalnızca karnını doyurmak için gereken para bu. Kira, fatura, ulaşım, eğitim, sağlık harcamaları bu hesaba dahil değil. Buna karşılık, mevcut asgari ücret 22 bin 104 lira seviyesinde. Aradaki fark gün gibi ortada: Asgari ücretli bir çalışan, daha maaşını alırken bile açlık sınırının altında kalıyor.

Peki 2026 başında ne olacak? Eğer itirazlar yükselmezse, Merkez Bankası’nın 2026 için öngördüğü enflasyon hedefinin üst bandı (%19) esas alınacak ve asgari ücrete “taş çatlasa” yüzde 19 zam yapılacak. Bu da asgari ücretin 26 bin 300 liraya çıkması demek. Ancak dikkat: Bu tutar, bugünkü açlık sınırının bile altında. Yani gelecek yılın başında işçiye müjde diye sunulacak ücret, aslında daha şimdiden yetersiz.

Makas Açılıyor

Asgari ücret ile açlık sınırı arasındaki makas her ay biraz daha açılıyor. Bu makas, sadece rakamların oynadığı soğuk bir tablo değil; milyonlarca insanın hayatındaki umutsuzluğun, yoksulluğun ve çaresizliğin göstergesi. Çünkü maaşın açlık sınırının altına düşmesi demek, çocukların daha az süt içmesi, evin sofrasına daha az et girmesi, kıyafetlerin yenilenmemesi, faturaların birikmesi demek.

Bir başka deyişle, toplumun en düşük gelirli kesimlerinin bile “temel yaşamsal ihtiyaçlarını” karşılamaktan uzaklaşması demek. Bu yalnızca işçilerin değil, tüm toplumun ortak sorunudur. Çünkü derinleşen yoksulluk, sosyal barışı da tehdit eder.

Hükümetler genellikle asgari ücret artışlarını büyük bir başarı hikâyesi gibi sunar. Rakamlar kabaca büyüktür, yüzde 30, yüzde 40 gibi oranlar telaffuz edilir. Ancak mesele şudur: Yapılan artış, enflasyonun çok gerisindedir. Nitekim 2024-2025 döneminde asgari ücret ikiye katlansa bile, açlık ve yoksulluk sınırındaki artış çok daha yüksek oldu. Dolayısıyla yapılan her zam, işçinin cebine girmeden eriyip gidiyor.

Bugün önerilen %19’luk artış da aynı kaderi paylaşacaktır. Çünkü gıda enflasyonu, resmi TÜFE’nin çok üzerinde seyrediyor. Market raflarındaki gerçek enflasyon, dar gelirlinin cüzdanında hissedilen enflasyon, istatistik tablolarında yazan rakamlardan çok daha yüksek. Yani %19 zam, daha ilk ayda eriyip gidecek.

Ne Yapmalı?

Şimdiden bir şeyler yapılması şart. Bunun için birkaç adım öne çıkıyor:

Asgari ücret yılda iki kez güncellenmeli. Enflasyonun hızlı yükseldiği bir ekonomide yılda tek artış, milyonları açlığa mahkûm etmek demek.

Enflasyon sepeti gerçekçi hale getirilmeli. TÜİK’in açıkladığı enflasyon ile mutfakta hissedilen enflasyon arasındaki uçurum kapanmadan, ücret artışları da adil olmayacak.

Vergi adaleti sağlanmalı. Asgari ücretlinin maaşı gelir vergisiyle erirken, büyük sermaye kesimleri çeşitli muafiyet ve istisnalarla korunuyor. Bu sistem, yoksulları daha da yoksullaştırıyor.

Açlık sınırı referans alınmalı. Asgari ücret belirlenirken “işçinin insanca yaşaması” hedeflenmeli. Bugün olduğu gibi “asgari ücret açlık sınırının altında mı üstünde mi” tartışması yapmak başlı başına bir trajedidir.

Türkiye’de milyonlarca insan, maaş gününü iple çekiyor; ama maaşının daha ilk haftasında cebinde tek kuruş kalmıyor. Kredi kartına yükleniyor, borç döngüsüne giriyor, faturalarını ertelemek zorunda kalıyor. Bu tabloya “ekonomi yönetimi rasyonelleşiyor” diyerek bakmak, vicdanları körelten bir yaklaşım olur.

Bir ülkenin emeğiyle geçinen insanları açlık sınırının altında bırakması, yalnızca ekonomik bir tercih değil, aynı zamanda siyasi ve ahlaki bir tercihtir. Çalışanın alın teri, sofrada çocuklarının rızkı demektir. Bunu yok sayan hiçbir ekonomik program sürdürülebilir değildir.

Bugün açlık sınırının altında belirlenen asgari ücret, yarın toplumsal huzursuzluk, derinleşen eşitsizlik ve daha büyük ekonomik kırılganlıklar olarak geri döner. Çalışanının karnını doyuramayan bir ülke, büyüme rakamlarıyla övünemez.

Türkiye’nin geleceği, en düşük gelire sahip milyonların hayat koşullarında gizli. Eğer bu makas kapanmazsa, enflasyon hedefleri tutsa bile toplumda derin bir yarık oluşacak. Asgari ücret ile açlık sınırı arasındaki fark, yalnızca bir istatistik değil; bu ülkenin insan onuruna verdiği değerin göstergesidir.

Ve unutmayalım: İnsanların açlık sınırının altında yaşadığı bir ülke, yalnızca ekonomide değil, vicdanda da iflas etmiş demektir.