Sahi Şu 10 Kasımda yaşanan ve kendi yazdığı Mevlit üzerinden yürüyen tartışmaları Süleyman Çelebi görseydi kim bilir ne düşünürdü

10 Kasım sabahı yine aynı sessizlik…
Sirenler çalıyor, ülke iki dakikalığına duruyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da o sessizliğin içinde bir gürültü yükseldi: “Camilerde Atatürk için mevlid okunabilir mi?” sorusu, bir anda memleketin gündemini sardı.

Diyanet’in bazı il müftülüklerinde Atatürk için mevlid okutulacağı yönündeki haberler, sosyal medyada büyük bir tartışma başlattı. Kimileri bunu “manevi bir vefa” olarak görürken, kimileri “dine aykırı” diyerek tepki gösterdi. Ancak tartışma kısa sürede dini boyutunu aşıp politik bir hesaplaşmaya dönüştü.

İlginç olan, tepkilerin yalnızca muhalefetten değil, iktidar çevrelerinden de gelmesiydi. Birbirine yıllardır “yerli ve milli” etiketiyle omuz veren isimler, bu kez Atatürk’ün anılmasına karşı alınan tavır yüzünden birbirine düştü. Kimi “duayla anmak”tan rahatsız oldu, kimi “dindarların Atatürk’e hürmetini” samimi bulmadı. Sosyal medyada aynı cepheden gelenler arasında bile bir “kutsal kavga” başladı.

Peki neydi bu öfkenin kaynağı? Gerçekten mesele mevlid okumak mıydı, yoksa Atatürk’ün hâlâ bu kadar güçlü bir sembol olmasının yarattığı rahatsızlık mı?

Oysa mevlid, İslam’da kutsal bir metin değildir. Kur’an ayetlerinden oluşmaz, farz kılınmamıştır. Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı “Vesîletü’n-Necât”, Hz. Peygamber’e duyulan sevgiyi dile getiren bir edebi eserdir. Asırlardır doğumda, ölümde, şükürde ve yasta okunur. Yani halkın inanç diliyle duygusunu anlatma biçimidir.
Bir milletin kurucusu için mevlid okunması, ne din dışıdır ne de bidat. Aksine, ortak bir duygunun ifadesidir: minnet, saygı ve dua.

Ama görünen o ki, mesele duanın kendisi değil. Asıl rahatsızlık, halkın kendi inanç diliyle Atatürk’e yaklaşmasından kaynaklanıyor. Çünkü bu tablo, uzun süredir inşa edilen “dindar – laik” karşıtlığını bozan bir görüntü yaratıyor. Atatürk’e dua eden bir dindar, ideolojik kalıpları yerinden oynatıyor.

İşte tam da bu yüzden, her 10 Kasım öncesi aynı tartışmalar yeniden ısıtılıyor. Her defasında Atatürk’ün adı bir tarafın “zorla dayattığı” sembol, diğer tarafın “korumak zorunda kaldığı” miras hâline getiriliyor. Ancak bu yapay gerilim, beklenen etkiyi artık yaratmıyor.

Bugün genç kuşakların büyük kısmı, ideolojik kampların dışında duruyor. Ne “rejim dayatması” söylemine ne de “dini tehdit” propagandasına inanıyorlar. Sosyal medyada en sert tepki gösteren hesapların altındaki yorumlara bakıldığında bile, artık bambaşka bir tablo görülüyor:
“Ben dindarım ama Atatürk’e dua etmekten neden çekineyim?”
“Onu sevmekle inancımı kaybetmiyorum.”

Bu tür yorumlar, aslında iktidar çevrelerinin kendi içinde bile duvarların çatladığını gösteriyor. Çünkü toplum, özellikle gençler, eski ezberleri kabul etmiyor. Kutuplaştırma siyaseti ters tepiyor; yasaklar, küçümsemeler, suçlamalar Atatürk’ü unutturmak yerine daha görünür kılıyor.

Atatürk’ün adı anıldığında öfkeyle ayağa kalkan her ses, farkında olmadan ona yeni bir anlam katıyor.
Bir figürü bastırdıkça, o figür mit haline gelir. Bir ismi susturdukça, o isim daha yüksek sesle yankılanır.
Bugün Atatürk’e olan saygı, yalnızca devlet törenlerinde değil, toplumun vicdanında büyüyor. Çünkü insanlar bir şeye sahip çıkmayı, onu kaybetme korkusuyla öğrenir.

Şimdi sormak gerekiyor:
Bir mevlid kimin inancını zedeler?
Atatürk’ü anmak, neden hâlâ bazılarını bu kadar rahatsız eder?
Ve asıl önemlisi, bir ulusun kurucusuna rahmet dilemeyi “günah” sayacak kadar kutuplaşmış bir toplum, nasıl bir birlikten söz edebilir?

Bu tartışmaların belki de en çarpıcı yönü şu: Atatürk’ü anmayı engellemek isteyenlerin çabası, her defasında ters etki yaratıyor. Çünkü yasaklandıkça, küçümsendikçe, karalandıkça Atatürk halkın kalbinde daha çok yer ediyor.
Bugün camilerde Atatürk için mevlid okunmasını istemeyenlerin çoğu, farkında olmadan tam da onun en güçlü mirasını teyit ediyor: Bu ülkenin vicdanı, hiçbir baskıyla susturulmaz.

Belki de artık şu gerçeği kabul etmek gerekiyor:
Atatürk’ü anmak bir ideolojik tercih değil, ortak bir hafızanın ifadesidir.
Onu dua ile anmak da bir “dini sapma” değil, halkın kendi dilinde saygı göstermesidir.
Bu kadar basit, ama bir o kadar da anlamlı.

Kimi susarak, kimi dua ederek, kimi saygı duruşunda bulunarak…
Her 10 Kasım’da bu ülke aslında aynı şeyi yapıyor:
Kendine dönüp, kim olduğunu hatırlıyor.
Ve belki de en içten mevlid, tam da bu hatırlayışın içinde okunuyor.