“Terörsüz Türkiye” söylemi, gerçekten huzurun habercisi mi yoksa siyasi bir sessizliğin kapısını mı aralıyor?
Son günlerde iktidar çevrelerinin diline pelesenk olan “Terörsüz Türkiye” ifadesi, kulağa umut verici geliyor. Ancak soralım: Gerçekten terörsüz bir ülkeye mi gidiyoruz, yoksa farklı düşünenlerin sesini kısmayı “terörsüzlük” olarak mı tanımlıyoruz? Aslında cevabı biliyoruz diyeceğim ama o kadar büyülü bir sözcükler öbeği kullanılıyor ki, insan şüphe etmeye utanıyor. Ancak bu ruh hali biraz akıl süzgecinden geçince o kadar da ferah olunamıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Devletimizin ilgili bütün kurumlarının olağanüstü gayretleriyle Terörsüz Türkiye menziline emin adımlarla yürüyoruz.” sözleri, büyük bir güvenlik başarısı iddiası taşıyor. Ancak sahada, toplumun farklı kesimleri bu açıklamalara aynı inançla yaklaşmıyor. Zira halkın hafızasında hâlâ, benzer vaatlerle başlayan ama toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren dönemler var.
Peki gerçekten “terör” bitiyor mu? Yoksa sadece terör tanımı mı değişiyor?
Devletin terörle mücadelede elde ettiği askeri ve istihbari başarılar tartışmasız. Ancak mesele sadece silahların susması mı? Sosyal adalet, ifade özgürlüğü, yerel yönetimlerin yetkisi, Kürt yurttaşların kültürel hakları gibi başlıklarda sessizlik hâkimse, bu sessizlik “barış” mı olur yoksa “baskı” mı?
“Komisyonlar değil, katılım gerek”
Meclis’te kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”, bu sürecin sembolü gibi sunuluyor. Fakat şu soruyu sormadan geçemeyiz: Bu komisyon kiminle dayanışıyor? Kardeşlik kiminle kuruluyor?
Komisyon toplantılarının kamuoyuna açık olmadığı, bölge temsilcilerinin sürece sınırlı düzeyde katıldığı biliniyor. O hâlde halkın sesi bu süreçte nerede yankılanıyor? Yoksa “birlik ve beraberlik” yalnızca siyaseten belirlenmiş bir çerçevenin içinde mi kalıyor?
“Örgüt mü, halk mı muhatap?”
Kasım ayına girerken Ankara kulislerinde fısıltılar arttı: Bazı bölgelerde örgütün çekilmesinden, “silahsız çözüm” beklentilerinden söz ediliyor. Ama halk şunu soruyor: Kimle çözüm? Örgüte mi güvenilecek, yoksa gerçekten halkla mı konuşulacak?
“Terörsüz Türkiye” hedefinin örgütle dolaylı diyaloglar veya tavizler üzerinden yürümesi, geçmiş deneyimleri hatırlatıyor. 2013–2015 çözüm süreci hafızalarda taze. O dönemde atılan adımların şeffaf olmaması, toplumda güven krizine yol açmıştı. Şimdi aynı hatalar mı tekrarlanıyor?
“Halk susarsa kim konuşacak?”
İktidarın “terörsüzlük” tanımıyla muhalefetin demokrasi talebi arasında giderek derinleşen bir mesafe var. Gazetecilerin, akademisyenlerin, sivil toplum temsilcilerinin soru sorması bile zaman zaman “devletin moralini bozmak”la suçlanıyor. Oysa soru sormak, bir ülkenin nefesidir.
Terörsüz Türkiye demek, fikirlerin özgürce ifade edilebildiği Türkiye demek değil midir?
“Barış mı, baskı mı?”
Bugün medyada “silahların sustuğu”, “operasyonların azaldığı”, “Doğu’da huzur döndü” haberleri artıyor. Fakat bu haberlerin gölgesinde, demokratik taleplerin ve farklı seslerin bastırılması varsa, o zaman barışın bedeli nedir?
“Terörsüz Türkiye” bir hedef değil, bir sonuç olmalıydı. Fakat şimdi hedefin kendisi haline geldi - üstelik hangi yollarla ulaşılacağı belirsiz.
Son günlerde yaşanan gelişmeler umut verici görünse de, halkın içine sinmeyen bir tedirginlik hâlâ mevcut. Gerçek barış, yalnızca silahların susması değil, vicdanların da rahatlamasıyla mümkündür.
Demokrasi, barış insan hakları ve daha üzerinde tartışmanın dahi abes olduğu konular açısından da ülke de bir ayrılık oluşmasından kaçınmak gerekmiyor mu ? Bu basit taleplerin herkes için olanından lazım her ülkeye sanki
Belki de en temel soru budur: Terörsüz Türkiye derken, aslında hangi Türkiye’yi istiyoruz?