Tam 45 yıldır siyasetin içindeyim.

12 Mart 1971’de çocuktum. 12 Eylül 1980 darbesi, ardı sıra gelen davalar arasında Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven darbe teşebbüsü iddiaları, Balyoz darbe planı, İrticayla Mücadele Eylem Planı, Ergenekon davaları, 28 Şubat Süreci ve 15 Temmuz darbelerini gördük.

Ama 12 Eylül 1980’i öyle yaşadım ki, o yaşta bir insanın hafızasına ancak acı, işkence ve tutuklulukla kazınabilecek bir tarihtir o; “çığlıklarımızın gömüldüğü toplu bir mezarlıktır”. 7 yılımı Mamak Cezaevi'nde geçirdim. Sorgulamalarda insanlıkla bağdaşmayan yöntemlerle yüzleştim. O dönem, hakikatle tanıştığım yıllardı. Zira hakikat yalnızca ideolojilerde, bildirilerde ya da partilerde değil; insanın celladına bakarken, "bu da insan" diyebildiği o derin çukurdaydı!

Hayatım boyunca Ülkü Ocakları, MHP, Yeni Düşünce Gazetesi’nin Ege Bölge Temsilciliğinden, Nizâm-ı Âlem Ocaklarına, Bizim Ocak’a, BBP ve İYİ Parti’ye kadar pek çok dernek ve partide görev yaptım. Bu görevlerde kimi zaman yol arkadaşlığı, kimi zaman da siyasi mücadele yürüttüm. Akademisyenden bürokrasideki kişilere, sanat çevrelerinden esnafa, toplumun her kesimiyle yollarımız kesişti. Bazen bir mahkeme salonunda, bazen bir miting alanında, bazen de bir çay ocağında... Herkesin bir hikâyesi vardı. Benim hikâyem de onlardan biriydi.

Ama bugün dönüp bakıyorum da, tüm bu yaşanmışlıkların, bedellerin ve inançların bu ülkenin yönetiminde en ufak bir karşılığı yok!

Bugün Türkiye'de siyaset artık sadece oy kazanma yarışı değil, algı yönetme sanatı haline gelmiştir. Bu algılar ise çoğunlukla dinî değerler üzerinden kurgulanıyor. Oysa din, kişisel inanç alanında kaldığında vicdanı besler. Ama iktidarın elinde siyasetle harmanlandığında bir susturma aracına dönüşüyor. Bugün yaşadığımız şey tam olarak bu.

“Dini dünyaya alet eden kişi, hem dünyasını hem ahiretini kaybeder.” İmam Gazali

İktidarların din üzerinden yaptığı bu manipülasyon, halkın vicdanını törpülüyor. Hatalar, yolsuzluklar, adaletsizlikler; “dava” diyerek, “kader planı” diyerek, “beka” diyerek perdeleniyor. Oysa bu kader değil; beceriksizliktir, liyakatsizliktir ve dahası ahlaki çöküştür. Bunu göremeyen, görmek istemeyen milyonlar, siyasete değil; Allah’a hesap vereceğini unutuyor.

“Biz Müslümanlar, önce ahlaklı insanlar olmalıyız. Ahlaksız bir Müslüman, İslam’ın temsilcisi olamaz.” Aliya İzzetbegoviç

Bir toplumda dindarlık, siyasî bir aidiyet biçimine dönüşürse; orada hakikat değil, çıkar konuşur. Bugün yapılan da budur. Ne yazık ki birçok “dindar” insan, adaleti değil; kendi tuttuğu partiyi savunmakla meşgul. Oysa;

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, anne babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Nisa Suresi, 135)

Kur’an, bizden taraf olmamızı değil; hakikate şahitlik etmemizi istiyor.

Toplumun inancına, kutsalına, değerlerine oynayan bir siyaset anlayışı; kendi günahlarını örtmek, kendi hatalarını kutsamak için bu duyguları kullanıyor. Ülkeyi ekonomik krize sürükleyenler; bir ayet, bir hadis veya bir tarihi referansla yaptıklarını “kader planına” bağlayarak kurtuluyor. Oysa bu kader değil; beceriksizliktir, liyakatsizliktir ve adaletsizliktir.

Bugün Türkiye’de adalet kavramı sadece mahkeme duvarlarında asılı kalmış birkaç veciz sözden ibaret. Oysa adalet, toplumun en çok ihtiyaç duyduğu şey. Fakat kararlar, artık hukuk kitaplarından değil; kimin nerede durduğuna göre veriliyor.

Bir dava olduğunda kimse kanunlara, delillere bakmıyor; önce konuşan kişiye bakıyor; “Bizimkiler” mi konuşuyor, yoksa “karşıdakiler” mi?”

Adalet, bir spor hakemi kararı gibi değerlendiriliyor bu ülkede. Tıpkı bir futbol maçında olduğu gibi. O pozisyonu hepimiz gördük ama bir de eski hakem ne diyecek, onu bekliyoruz. Çünkü gerçekliği, kendi gözümüzle değil; bize ne söylendiğiyle anlamlandırıyoruz. Objektiflik yerini aidiyete bırakmış durumda.

Böylesine kutuplaşmış, aidiyet üzerinden hakikat inşa eden bir toplumsal yapıda; iktidar için siyaset yapmak, muhalefete göre çok daha kolay. Çünkü iktidar, eleştiriye muhatap olmuyor; eleştiri ona ulaşamadan, inanç, kimlik ve korkularla filtreleniyor. Her eleştiri, “dine saldırı”, “millete ihanet”, “devlete düşmanlık” olarak etiketleniyor. Bu etiketlemelerin arasında hakikat kendine yer bulamıyor.

Bugünün muhalefeti ise çoğu zaman iktidarın belirlediği gündemin peşinden sürükleniyor. Ekonomik kriz var ama biz onun üstünü örten magazinsel kavgaları konuşuyoruz. Adalet yerlerde ama biz hangi siyasinin kime ne dediğini tartışıyoruz.

Eğitim çöküyor, gençlik ümitsiz ama biz hâlâ kimin “yerli ve millî” olup olmadığını sorguluyoruz.

İktidarla ilişkili siyasetçilerin yolsuzluk soruşturmalarına muhatap söz konusu edilmezken, (iktidar tarafına geçen muhalif siyasetçi soruşturmalardan kurtulurken) muhalefetin yolsuzlukları ile ilgili (gizlilik kararlarına rağmen) sayfalarca iddia ve ifadeler basında yer alıyor.

Muhalefet, hakikatin izini sürmek yerine, çoğu zaman iktidarın suni krizlerine tepki vererek siyasi refleks gösteriyor. Oysa bu tepki siyasetiyle hiçbir yere varamayız. Zira hakikat, gündeme göre eğilip bükülecek bir şey değildir. O kendi yolunu bulur ama bu yol, kolay bir yol değildir.

İYİ Parti lideri Sayın Müsavat Dervişoğlu bu sorunun çözümünü “bütünleşik muhalefet” olarak ifade etti. Yılların birikimi ile ifade edilen bu çözüm ana muhalefetin aradığı çaredir.

Ama iktidar ve ana muhalefet, Sayın Dervişoğlu ve bizim yılların çilesi ile yoğrulmuş, gönlümüzde yeşerttiğimiz, cesaretimizle beslediğimiz ülke hikâyelerimizi görmemezlikten geliyor.

Bugün bizim hikâyemizin bir karşılığı yoksa bu hikâyenin değersiz olduğu anlamına gelmez. Tam tersine; bugünün iktidarının ana muhalefetinin ve onun kitlelerinin bizim yaşadıklarımızı görmezden gelmesi, aslında ne kadar haklı olduğumuzun göstergesidir. Gerçekler uzun süre bastırılsa da, sonunda güneş gibi doğar.

“Hakikat, güneş gibidir; siz gözlerinizi kapatsanız da gözlerinizin içine sızar!” Eflatun.

Hakikat, er ya da geç aldatmaları yener.

Toplumun güven duygusunu kaybettiği, kurumların itibarının zedelendiği, liyakat yerine sadakatin esas alındığı bir düzende; hakikat, her şeyin ilacı olabilir. Ama bunun için önce, hakikati konuşacak cesur seslere ihtiyaç var. Sadece konuşan değil, hakikate sadık kalan; konjonktüre göre değil, vicdana göre davranan insanlara ihtiyaç var.

Bu ülkenin bir yerlerinde bizim gibi insanlar hâlâ yaşıyor. Mücadele etmiş, bedel ödemiş, umut etmiş ama aldanmamış/aldatmamış insanlar… Bu insanlar iktidarın gösterdiği sahte zaferlere değil; hakikatin sessiz ama kararlı yürüyüşüne inanıyor.

Belki bugün manşetlerde değiliz. Belki kürsülerden ismimiz okunmuyor. Ama hakikatin bizimle olduğunu bilmek, bütün bu yaşanmışlıkların en değerli ödülüdür.

Biz aldatmadık, aldanmadık da. Ve inanıyoruz ki; Hakikat bir gün, her şeyin önüne geçecek.

Kararlılık, cesaret ve sabır…