İstanbul Valiliği’nin sahipsiz köpeklere yönelik “kontrollü besleme yasağı” getiren genelgesi, sokak hayvanları için yıllardır toplatma, kısırlaştırma meselesi üzerinden süren tartışmayı, başka bir boyuta taşıyacak gibi görünüyor. Bir şehir için sokak hayvanlarıyla birlikte yaşamak, riskleri, güvenliği, kamusal düzeni üzerinden elbette tartışılabilir ama hayvanları besletmeyerek bir düzen kurulmaya çalışılması, hem hukuken hem etik olarak çok daha ağır bir tartışmanın kapısını açar.
Hindistan Yüksek Mahkemesi: “Zulüm”
Türkiye’de sahipsiz hayvanlara ilişkin temel çerçeve Anayasa’nın 56. maddesi ve 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ile çizilidir. Anayasa, devlete çevreyi ve tüm canlıları koruma yükümlülüğü getirir. 5199 sayılı Kanun ise daha da açık bir hüküm içerir:
Devlet ve belediyeler, hayvanların refahını sağlamak, onların yaşam hakkını korumak ve açlık, susuzluk gibi pasif şiddet biçimlerinden dahi onları korumakla yükümlüdür.
Kanunun 4. maddesi, devletin hayvanı “koruma ve yaşatma” ilkesini açıkça yazar. 14. madde ise hayvana acı vermeyi, eziyet etmeyi ve kötü muameleyi kesin biçimde yasaklar. Bu kavram yalnızca aktif bir şiddeti değil, aç bırakmak dahil pasif eziyet yöntemlerini de kapsar. Çünkü beslenmenin tamamen engellenmesi, uygulamada hayvanın yavaşça güçten düşmesi, saldırganlaşması ve nihayetinde ölmesine yol açabilecek ağır bir ihmal biçimidir.
Dünyada sokak hayvanları meselesinin en çok tartışıldığı ülkelerden biri Hindistan. Orada da Delhi, Mumbai gibi şehirlerde besleme yasakları getirildi ancak mahkemeler tarafından bu yasaklar iptal edildi. Gerekçe ise şöyle açıklandı:
“Sokak hayvanlarını aç bırakmak, onları tehlikeye atmak ve doğal yaşam döngülerini bozmak bir ‘zulüm’ türüdür. Açlık, fiziksel şiddet kadar ağır bir kötü muameledir.”
Mahkeme ayrıca devletin görevinin yaşatmak olduğunu da vurguladı.
İstanbul Valiliği’nin yayınladığı genelge, sadece “belirli alanlarda besleme yapılmamasını” söylüyor; ancak bu alanların dışındaki kamusal alanların nereleri kapsadığı, hayvanların nerede ve nasıl besleneceği, uygulamanın pratikte nasıl işleyeceği konusunda açık bir çerçeve sunmuyor. Böyle olunca da vatandaşın aklında doğal olarak aynı soru beliriyor: “Bu köpekler nerede ve neyle beslenecek?”
Sokak Hayvanlarının Şehirle Kurduğu Bağ
Türkiye’de sokak hayvanlarının hikâyesi, yalnızca “kamu güvenliği” başlığıyla sınırlanamayacak kadar köklüdür. Osmanlı döneminden bu yana Anadolu şehirlerinin neredeyse tamamında sokak köpekleri ve kedileri mahalle yaşamının doğal unsuru olmuştur.
Bugün bir çocuğun sokakta bir köpekle doğal biçimde karşılaşabilmesi, bir yetişkinin rutin olarak mahallesindeki hayvanları tanıması, şehir yaşamının sertliğini yumuşatan ender kolektif deneyimlerden biridir.
Sokak hayvanları, özellikle büyük şehirler için, insanların birbirine temas etmesini sağlayan nadir sosyal bağlardan birini oluşturur. Bir kap mama koymak yalnızca bir hayvanı beslemek değildir; aynı zamanda toplumun merhamet refleksini canlı tutan bir ritüeldir.
Elbette modern şehir yaşamında riskler vardır. Kuduz, saldırganlık, kontrolsüz popülasyon… Bunların hepsi ciddiye alınmalı, bilimsel yöntemlerle yönetilmelidir. Fakat çözüm, onlarca yıldır birlikte yaşadığımız hayvanların aç bırakılması ihtimalini doğurmamalı.
Sonuç olarak mesele yalnızca bir idari yasak meselesi değildir.
Bu, Türkiye’nin yüzyıllardır kurduğu bir kültürel ilişkiyi, mahalle dayanışmasını, merhamet pratiklerini ve şehir hafızasını ilgilendiren bir karardır. Bir şehri güvenli kılmanın yolu, o şehrin en savunmasız canlılarını besletmemek değil; birlikte yaşamı akılcı ve vicdani bir çerçevede düzenlemektir.