Türkiye’de kimin “terörist”, kimin “suçlu”, kimin “makbul” kabul edileceğine dair ölçütlerin hukuki değil siyasi bir zeminde belirlendiği yönündeki tartışmalar, her geçen gün daha da görünür hâle geliyor. Bu tartışmalar yalnızca güvenlik politikalarında değil, belediyecilikten seçim kampanyalarına kadar her alanda kendini hissettiriyor.
Seçimden bugüne değişen söylem
2023 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri sürecinde, iktidar bir yandan Altılı Masa’nın “yedinci ortağı” olarak DEM Parti’yi işaret ederken, diğer yandan Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nu montajlanmış videolar aracılığıyla terör örgütü üyeleriyle yan yanaymış gibi seçmene sundu. O dönem muhalefet için oluşturulan “terörle aynı kareye girmek” imajı, hem kampanyanın merkezine oturtuldu hem de kamuoyuna siyasi bir alarm duygusuyla servis edildi.
Bugün ise “Terörsüz Türkiye Komisyonu”nun kararı doğrultusunda Türk devlet yetkililerinin İmralı’ya gidip Abdullah Öcalan’la görüşmesi gündemde. Aynı siyasi aktörlerin, çok değil iki yıl önce kamuoyuna sunduğu anlatıyı tamamen tersyüz eden bir noktaya gelmesi şu soruyu kaçınılmaz kılıyor:
O hâlde terörle yan yana gelmenin ölçütü hukuktan mı, yoksa ihtiyaç duyulan siyasetten mi besleniyor?
Kimin suçlu, kimin terörist, kimin ‘makbul’ vatandaş olduğuna dair ölçütlerin giderek daha fazla iktidarın siyasal ihtiyaçlarına göre belirlendiği bir tabloda, CHP’nin İmralı’ya gitmeme yönündeki kararının AKP tarafından hala eleştirilmesi de bu ikili standartın şaşırtıcı yönü.
Belediye harcamaları:
Hizmet mi usulsüzlük mü?
Benzer bir ikili standart belediyecilik alanında da karşımıza çıkıyor. İçişleri Bakanlığı’nın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş hakkında “konser harcamalarında fahiş gider” iddiasıyla soruşturma izni vermesi, bu standardın yeni örneği.
Peki aynı hassasiyet, hakkında yıllarca onlarca dosya sunulan eski başkan Melih Gökçek için neden hiç işletilmedi?
Bir belediyede yüksek harcama “kültürel faaliyet” olarak görülürken, bir diğerinde benzer bir gider nasıl oluyor da “usulsüzlük şüphesi” diye sunuluyor?
Bir başkanın harcaması sorgulanırken bir diğerinin dosyalarının hiç raftan inmiyor olması, kamu denetiminin eşitlik ilkesine uygun mu?
Aynı alanda benzer iddialara bakan bir sistem, aktöre göre tamamen farklı refleksler üretiyor.
Tüm bu tablo, Türkiye’de hukuk ile siyasetin çizgilerinin giderek silikleştiğini gösteriyor. Terör tanımları seçim atmosferine göre değişiyor, belediye harcamalarının hukuki karşılığı aktöre göre yeniden yorumlanıyor. Sonuçta geriye, şu kritik soru kalıyor:
Adalet mekanizması mı siyaset için çalışıyor, yoksa siyaset mi adaletin sınırlarını belirliyor?