Yeni bir karanlık çağın içindeyiz. Elektriğin, internetin, teknolojinin hüküm sürdüğü ama aklın, özgürlüğün ve erdemin kıymet görmediği bir çağ bu. Sadece karanlık değil, kirli ve puslu bir çağ. Tıpkı Ayn Rand’ın yıllar önce Ego adlı distopik öyküsünde tasvir ettiği gibi: İnsanların sadece devlete hizmet etmek için yaşadığı, bireyselliğin bir suç, itaatin bir erdem sayıldığı bir “Biz” çağı!
Ayn Rand, felsefi sistemini 20. Yüzyılın başlarında “Objektivizm” olarak adlandırdı. Ona göre insanın en yüce değeri, kendi mutluluğudur. Aklını rehber edinmiş bireyin, kendi yaşamını yüceltmek için çalışması ahlaki bir görevdir. Bu bakış açısı kolektivist ahlakın tüm biçimlerine karşı çıkar. Ne toplum için kendinden vazgeçmek, ne de başka birinin iyiliği için kendi çıkarından feragat etmek... Rand’a göre bu fedakârlık değil, akılsızlıktır.
Peki, bugün biz neredeyiz?
Bugün, birçoğumuz üretmeden yaşamak isteyenlere bağımlı bir düzene göz yumuyoruz. Çalışmadan zenginleşmenin kural değil istisna olması gerekirken, bu topraklarda ne yazık ki tersine dönmüş durumda. Para, mal ve hizmet üretenlere değil; ayrıcalıklara doğanlara, güce yakın duranlara akıyor. Siyaset, zenginleşmenin aracı; yolsuzluk, statü kazanmanın yolu haline gelmiş. Etrafınıza bir bakın servet sahiplerinin meslekleri nedir?
Yasalar bireyi korumak yerine, güçlüleri masum kılmakla meşgul. Dürüstlük hâlâ bir erdem belki, ama aynı zamanda “enayilik” gibi algılanıyor.
Ayn Rand, Atlas Silkindi adlı romanında şöyle der:
“Bir gün üretmeden yaşayanlardan izin almadan bir şey üretemeyeceğini fark ettiğinde...
Para akışının mal veya hizmet yaratanlara değil, sadece etkilerini kullananlara yöneldiğini gördüğünde...
Birçok kişinin çalışarak değil, yolsuzlukla zenginleştiğini anladığında...
Yasaların seni onlardan korumak yerine, onları senden koruduğunu fark ettiğinde...
Dürüstlüğün bir fedakârlık haline geldiğini keşfettiğinde...
İşte o zaman toplumunun mahkûm olduğunu söyleyebilirsin.”
Evet, işte şimdi bunu yüksek sesle söylemenin zamanıdır: Bu toplum mahkûmdur!
Kendi üretken, ehliyet sahibi liyakatli bireylerini dışlayıp, çıkar odaklı çeteleri baş tacı eden bir toplum özgür olamaz.
Bizim nesil mi?
Benim kuşağım ideallerle büyüdü. Biz daha adil, daha özgür, daha akılcı bir toplum hayaliyle yetiştik. Yasaya, ahlaka, emeğe, vicdana inandık. Zor koşullarda ayakta kalmayı başardık ama sıra yönetime, karar almaya gelince... İdeallerimiz, gerçekler karşısında “esnetildi.”
İçimizden birileri makam koltuklarına oturdu. Ama oturdukları yerde bir zamanlar eleştirdikleri düzenin bire bir devamını sağladılar. “Bu sistem böyle,” dediler. “Şartlar böyle gerektiriyor,” dediler. “Bilmediğiniz şeyler var(!)” dediler. Yavaş yavaş öğrendik ki, dürüst kalmak bir meziyet değil, bir dezavantaj sayılıyor(!)
Bugün gençlere umut veremeyen bir toplumun, yaşlıların nostaljisiyle ayakta kalmaya çalıştığını görüyoruz. Oysa umut, bireyin kendi aklıyla ve özgürlüğüyle hareket ettiği bir toplumda yeşerir. Devlete biat eden değil, devleti sorgulayan vatandaşın olduğu yerde medeniyet yükselir.
Seçtiklerimiz yok olma korkuları yaratıp, düşmanlara karşı bizleri koruyarak; sağladıkları ülke bekamız için onlara minnet duymamızı istiyorlar.
Modern demokrasilerde gözlemlenen temel çelişkilerden biri, hukuk sisteminin artık bireyi değil, sistemi korumaya yönelmiş olmasıdır. Hukukun üstünlüğü ilkesi yerine, hukukun araçsallaştırıldığı bir düzen kurulmuştur. Yasaların bireyi değil, iktidarı ve ayrıcalıkları koruyacak şekilde yorumlandığı bu bağlam, Rand’ın “toplum mahkûm edildiğinde anlayacaksınız” sözüyle örtüşmektedir.
Yolsuzluğun kurumsallaştığı, liyakatin değersizleştiği ve etik değerlerin metalaştığı bir düzende, bireyin kendi aklına ve emeğine dayalı bir yaşam inşa etmesi neredeyse imkânsız hâle gelir. Bu bağlamda demokrasi, artık halkın iradesini yansıtan bir yönetim biçimi değil, sınırlı bir katılım alanına indirgenmiş, teknik ve yönlendirilebilir bir gösteriye dönüşmüştür.
Toplum artık tutuklanmaları konuşmaktan ve kendini tutuklatmamaktan ibaret bir yaşam biçimine evrilmiştir. Artık özgür olmak, tutuklanıp cezaevinde olmamaktır! Özgür olmak için size sınırlandırılan alanda yaşamak artık bir mecburiyettir!
Değerli Yeniçağ okuyucuları, toplum bireylerin toplamıdır. Bireyi ezerek, toplum kalkınamaz.
İtaat değil, sorgulama…
Yalakalık değil, üretkenlik…
Ve en önemlisi, idealizmin tekrar şahlanması için bir maşeri vicdana ulaşılması şarttır. Çünkü gerçekten özgür bireylerin yaşamadığı yerde, demokrasi yalnızca bir tören; adalet sadece bir kavram; seçimler sadece bir aldatmacadır.
Yüzlerce yıl yaşayıp, yüzyıl öncesini yaşamak kadar azap verici ne olabilir ki?