İşbirlikçilerin sonu nasıl olacak?

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918 günü ABD Kongresi’nde “Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı” ilkesini ortaya attığı zaman, asıl hedefi, parçalanmakta olan imparatorluklardan güçlü ulus devletler çıkmasını önlemekti.
Wilson, Osmanlı’nın yerine bugünkü coğrafyada bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulacağını da kestirerek,
“Osmanlı İmparatorluğunda Türklerin oturdukları, çoğunluk sağladıkları bölgelerin bağımsızlığının sağlanması, Türk egemenliği altında bulunan diğer uluslara da özerk bir gelişme için tam ve engelsiz bir fırsatın sağlanması, boğazların uluslararası garanti altında tüm devletlerin ticaret gemilerine açılması” diyerek Anadolu’da bir Ermenistan ve bir Kürdistan kurulmasının yolunu açmak istedi

 


***

 


Mustafa Kemal Paşa, gerek Erzurum ve Sıvas Kongreleri sırasında, gerekse Ankara’daki Meclis Hükümeti döneminde, Kürtlerin özellikle İngilizler tarafından kışkırtılmaya çalışıldığını görmüş ve gerekli tedbirleri almıştı.
Her milletin kendi kaderini tayin hakkı olarak bilinen Wilson Prensipleri, Atatürk tarafından Kürtleri de kapsayacak şekilde bütün Türk Milleti’nin kendi kaderini tayin hakkına dönüştürülmeseydi, Türkiye Cumhuriyeti meşru bir zeminde kurulamazdı...
O günlerde, Kürt aşiretlerinin Lozan’a “Bizim ayrı gayrımız yoktur, aynı milletin evlatlarıyız” diye telgraf çekmesi, Türkiye’nin Wilson tuzağına düşmesini önlemiş oldu.
Mustafa Kemal Paşa, Wilson ilkelerini kabul ediyor; Türk Milleti’nin etnik parçalar halinde değil, bir bütün olarak bu hakkı kullanacağını dünyaya ilan ediyordu...
Gerçi Türk ordusu Anadolu coğrafyasına hâkimdi ama uluslararası meşruiyet bakımından bu tavır çok önemliydi.
Devletin temeli, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denilir” tespiti ve buna dayalı olarak “Ne mutlu Türk’üm diyene” felsefesi üzerine atıldı.
İnsanlar hangi etnik kökenden gelirse gelsin, devletin her türlü imkânından eşit olarak faydalandı. Kimse, Cumhurbaşkanlığına, Meclis Başkanlığına, Başbakanlığa, Genelkurmay Başkanlığına kadar yükselen insanların etnik kökenini merak etmiyordu. Çünkü Atatürk’ün ders kitaplarına yazdırdığı gibi, milletin her ferdi, “kaderde, kıvançta, tasada biriz” anlayışına sahipti...

 


***

 


Sonra, ülkeye vahşi kapitalizm girdi. Ekonomik bağımsızlık kaybedildikçe, siyasi ve kültürel bağımsızlık da zayıflamaya başladı... Bölgeler, sosyal gruplar veya sınıflar arasında uçurumlar açıldı. Türkiye, içeriden, dışarıdan aleni olarak soyulmaya başlandı.
1920’lerde yapamadığını, 20’nci yüzyıl sonuna doğru ve 21’inci yüzyıl başında yapmak isteyen Batılı ülkeler, yine eski tuzakları kurmaya çalıştı. Türkiye’nin içine nüfuz ettiler, PKK’yı Ankara’da kurdurup silahlı propaganda ile Türk Milleti’nin enerjik direniş seviyesini çökertmeye çalıştılar. Öyle ki en önemli iş adamları bile Batılı ortaklarının baskısına dayanamayıp “Bask modeli” diye rapor hazırlattı. Sonra, TÜSİAD aldı sazı eline ve Kürtleri büyük Türk Milleti’nin bir parçası olmaktan çıkaracak süreci başlatmak istedi. Hatta Kuzey Irak’taki Amerikan-İsrail güdümlü devletçiğin ekonomik olarak ayakta durmasını da TÜSİAD mensubu iş adamları sağladı.

 


***

 


Üstelik son dönemde, Tayyip Erdoğan ile birlikte, gazetelerinde ve televizyonlarında, 1924 Anayasası’ndan önce Türkiye halkından Türk Milleti diye bahsedilmediğini propaganda ediyorlar. Oysa 1-2 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararını vermiş ve dünyaya şöyle ilan etmişti:
“Eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve milli bir Türk Devleti yine padişahlık merfu olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur.”
Milli Türk devletini engellemeye  ABD ve İngiliz emperyalizminin gücü yetmemişti.. O zaman da işbirlikçiler vardı ama hüsrana uğradılar.. Sonları yine hüsrandır..

Yazarın Diğer Yazıları